Av. Mustafa ÖZKURT
Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.
Çektiğim alamı bir ben birde Allah’ım bilir.
Fuzuli
İnsanlık uzayı anlamaya çalıştığı günden bu zamana ‘bize göre’ oldukça yol kat etmesine karlık, kendini tanımada bir arpa boyu yol alamamıştır. İnsan bir bilinmez olarak daima varlığını devam ettirecektir. Dostlar; Bir müddettir yazmak için elime kalemi aldığımda düşünceler bir tarladan bir başka tarlaya giden karıncalar gibi bana karmaşık gözükmekte. Ancak bu karmaşada ilahi bir düzen olduğunu, fıtrattan gelen bir nizamın varlığına inanmama rağmen zihnin, aklın önüne geçmesine engel olamadığımız anlar karşımıza çıkmaktadır. İşin güzel tarafı bu gelgitler hemen kendini aklın eline teslim ederken, fırtınalarla kabaran gönül bir müddet sonra sükûna ermektedir. Farsça yürek, gönül, kalp anlamına gelen dil kelimesini biz iletişim araçlarından olan konuşmaya yakıştırmışız. Farsçadaki dil sözcüğünün, güzel Türkçemizdeki bu farklı anlamı aslında kendi içinde büyük bir incelik taşır. Sözcükler yanlış kullanıldığında, kalpleri kıran, küskünlükleri körükleyen eskilerin deyimiyle kılıçtan keskin olan bir araç olmaktadır. Yunus Emre’nin “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” ifadesiyle ‘konuşan dilin’ gönle hitabını salık vermektedir. Şimdi biz bu konuda nerede durmaktayız diye kendi kendimize nefis muhasebesi yapmalıyız. Genelde dünya ve özelde ülkelerde yaşayan insanlar farkında olsalar da olmasalar da bir akvaryum “Sosyal Akvaryum” içinde yaşamaktadırlar. Bu sosyal akvaryumun nicelikten ziyade niteliğini suyunun özelliğine göre yönetim yetkilerini kendinde toplayan devlet denen gerçeklik belirlemektedir. Devletler bunu belirlerken, eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kanunlar çıkartırlar. Akvaryumun alanıyla doğru orantılı olarak, kanunların onlara verdiği alan kadar insanlar özgür yaşarlar. Cumhuriyet rejimini benimsemiş ve demokrasiyle idare edilen ülkelerde her iktidara gelenin anlayış ve menfaatine göre kanun çıkarmaması için bir mihenk taşı görevi gören genel değerlere bağlı anayasalar vazedilmiştir. Tanrı buyruğu olmayan anaysalar değişmez değildir. Ancak anayasa değişikliğine gidilmesinin tek bir gerekçesi olabilir. O da toplumun ve günün şartlarına uygun ihtiyaç duyduğu konulara mevcut anayasanın nadiren de olsa cevap veremez hale gelmesidir. Buna Anayasanın toplumdan geri kalması hali denir. Bizde iktidarların yasalarla oynama hastalığı/alışkanlığı, özellikle anayasa konusunda yeni bir şey değildir. Bunun 200 yıllık bir geçmişi vardır. 200 yıllık süreç içinde kabaca her çeyrek asırda bir anayasayla onamışız. Sorunları çözmesi beklenen müdahaleler, yeni sorunları ortaya koymuştur. 1808’de Sened-i İttifak ile başlayan süreçte 1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı, 1876’da Kanun-i Esasi, 1908’de yine Kanun-i Esasi, 1921’de Teşkilat-ı Esasiye, 1924’te Teşkilat-ı Esasiye de düzenleme bizi 1961 Anayasasına getirmiş en sonunda şimdiki 1982 Anayasasını kucağımıza verdiler. Yürürlükteki Anayasamız 7 kısım, 177 madde ve 16 geçici maddeden oluşmaktadır.
Bazı kesimlerin darbe anayasası dedikleri 1982 Anayasasının 133 maddesinde değişikliklere gidildi. En fazla değişiklik AKP’nin, iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihli seçimden 1.5 ay sonrasında başlayan süreçte 6 kez değişikliğe gidildi. Genelde anayasalar toptan tarzı ne olursa olsun, bir ihtilal sonucunda değiştirilir. Cumhuriyet tarihimizin en önemli anayasa değişikliği 2017’de yapıldı. Bu değişiklikle Türkiye, parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçti. Bu genel hukuk tekniği açısından bir ihtilaldi. Anayasa yasaların anası babası değil, bir sistemin nasıl olup, işleyeceği meselesi olup özellikle vatandaşın hak ve menfaatlerini, devlet gücünü kullanan hükümet ve idarecilerine karşı onları korumayı amaçlar.
En iyi anayasa yeni anayasa değil, yamalı anayasa denilen ihtiyaca göre değişikliğe uğramış anayasalardır. Duyuma ve tartışma konusu edilen anayasa değişikliği Türk toplumunun ihtiyaçlarını karşılayacağına ihtimal vermiyorum.
Selam ve saygılarımla.
Mayıs 2024
Av. Mustafa ÖZKURT