Saliha Malhun,
İnsan, özü itibariyle taşranın(dışın) değil, iç dediğimiz öz yurda sâhip bir varlık ve şuur. Varlık derken bile kendi anlaması ve mânâ verdiği nispette vâr olmuş bütün varlık âlemi de…
Öyle ya.. âşık dahî; “hep ben ben ben diyorsun… ben seni sevmesem sen var mısın ki bu âlemde?” demiş.
Anlamanın ve düşüncenin durduğu, varlığın kan, can, ateş, toprak, su, kültür, medeniyet olmaktan çıkıp insanın da mânâ yaratan bir şuur değil eşyâ, din, inanç, kent, ülke ile birlikte nesneleşmesinin kara devrini yaşıyoruz!
Oysa bizim içimizde bir iç vardı. Derûnumuz vardı. O derûniliğin bir hâli vardı. O hâl dili ile yürürdük bu varlık âleminde de. O hâl dili ile şehirler, devletler kurar, farkları birbirinde cem ederdik.
Farkımızı, farklara borçluyduk çünkü!
Millet ve devlet olmamızın sırrı idi farklar. Devlet ve millet olmanın neş’esi idi. Bu halle fütâhat eyler, âlemi Tanrı’nın buyruğuna göre nizam vermeye çalışır, nizam kurduğumuz coğrafyalarda da insana ve eşyâya hürmet ve hizmet eylerdik.
Ammâ içimizle, hâlimizle yapardık bunu. Bu öyle bir hâl idi ki içimizi âdeta içtimâileştirip adına “TÖRE” ve dervişlik yolu demiştik. “Hû” idi bu içteki nizâmın selâmı. Eli kalb üzre koyup “eyvallâh” çekmekti cevâbımız. Hep huzurda ve edepte kalmaktı, çekilirken “destûr” istemekti.
Kutadgu Bilig’deki kavramları anlattığımız bir sohbette bir üniversite talebesi; “Bırakın bu işleri, Türklükmüş bilmem neymiş, ırkçılık bunlar; Müslümanlık, veda hutbesi neyinize yetmiyor!..” demişti. Yüksek lisans tezi hazırlayan bu genç Tophane sırtlarında yatan dedelerini de işgalci olarak görüyordu.
Bu gençlere ne anlatsak artık kâr etmeyecektir. Çünkü eş’arileşmiş bir din ve varlık anlayışının baktığı yarık ne yazık ki onu kendine ait, varlığına ait bilgiye karşı mânâ yaratan bir şuur olmaktan çıkarıp nesneleştirmiş! Abdest alan, namaz kılan bir şekil ve nesneden ibaret! Taşrada kalmış, içinden, içindeki nizâm ve akıldan mahrum edilmiş ve zamanda donup kalmış bir ruh!
Memleket evlâtlarına dokunduğum zaman içim acıyor bu yüzden! Kendi devletlerine, varlık anlayışlarına düşman edilmişler. Kendilerini taşra bırakan eş’ari mantalitenin varlığını ele geçirdiği insan ormanı hâline gelmiş bir ülke Türkiye… Kendine, kendi kimliğine ve varlık anlayışına taşra kalmış; yabancılaşmış!
Oysa Fransız masonizması ihtilâl yapana dek bir ümmet idi insanlık. Dîni, dili, mezhebi, hikmet ve düşüncesi olan ümmetciklerdi. İnsanlık yolunda düşe kalka yol alan bu din sâliklerinin meydana getirdiği Şark ve Garb Medeniyeti yanında kendi içinde içtimâileştirdiği hâli, dışında TÖREleştirerek özgün bir medeniyet kuran TÜRKLER de vardı.
Ne Garb ne de Şark Medeniyetine mensubiyetten uzak, özgün, kadim TÜRK MEDENİYETİ!
O Türkler ki taşlara; “Zamânı Tanrı Yaşar” diyerek kendi küçük fâniliğini âlemleri yaratan Allah’a yoldaş kılmıştı. “Allah her ân ayrı bir işte ve yaratmadadır” sırrınca, kâinattaki sürekli değişen o şuur akışına eşlik edip Hayy(dirilik) sıfatını kuşanmıştı. İşte bu şuur açıklığı idi onu düşünme ve mânâ vermede içinde bulunduğu âlemde eşyâ ve hayvan değil, İNSAN kılan.
Her yeni anlama ve anlamlandırmada bir hikmete ulaşan ve bu sâyede aczden kemâle yürüyen İnsanlık târihi içinde her ümmet ve millet, kendine ait hikmet ve kemâli taşrada değil kendi içinde kurabildiği içtimâileşmeye göre yaratmış.
İnsan, bezm-i ezelden taşraya düştüğü bu yeryüzünde bir çocuk sâfiyeti ve merâkı içinde anlamaya çalışmıyor mu kendini ve varlığı? Anlamadığı her şey bir acz olarak çıkmış önüne. İnsanın aczi olmasaydı kemâle giden o yolu bulabilir miydi? İlâhi bir nefha olduğunu anlayana dek kaldığı bir gölgeler yurdu değil mi bu dünya? İşte asıl fark, o gölgeler yurdundan aslî yurdumuza dönmek değil midir? İşte Peygamber dahî gölgeler yurdundan ayrılıp içe dönmeyi “ölmeden evvel ölmek” ile belgelendirip pasaport eylemiş.
Kendimizi diğer milletlerden ve insanlardan üstün ve yüksek görmek değil ki bizi cihâna karşı var kılan mânâlandırma ve anlamlandırma sırrımızı, bilgimizi bilmek.
İçinde hâl ilmine ve tasavvufî bir öğretiye dönüşen bu yolun kişiden aile ve devlete teşmil eden yapısındaki âhenk, düstur ve sağlamlığı keşfetmenin adı neden ırkçılık olsun?
İnsanlık târihi boyunca insanca yaşamanın, indirildiği bu taşra yurdunda insana özgü bir düzen ve şehir kurmanın peşine düşmüş. Ne fark eder, içten yoksun o içtimadan yoksun fertler peygamber çocuğu olsa? İşte Yusuf Aleyhisselâma bütün kardeşleri ihânet etmedi mi? İçte içtimâileşmeden dışa karşı merhametli ve sevgi dolu insanlar topluluğu elde etmek imkânsızdır. İnsan, insana sevgiyi kendine hizmette, bencillikte değil, kendinin dışındakilere hizmetle ancak içindeki tanrısallığa bağlanabilir.
Türkler bunu yapmış. Türklerin diğer milletlere göre bu sırrı elde etmedeki farkı, ırk ve kan olarak diğer insanlardan üstün olmasında değil, hayat ve yaşama biçiminde, bu yaşama biçimini de devlet anlayışı olarak sistemleştirmesinde aramalı.
Türklüğü ırkçılık olarak niteleyen eş’ari mantalite ona hiç Türklerin “atlı” ve “ sınıfsız” bir toplum olduğunu, bu sebeple “könilik” adalet dedikleri sistemde toplumu alt ve üst olarak sınıflandırmaya yer olmadığını, toprak mülkiyetine de sırf bu sınıf ve köleleştirmeye mahal vermemek için karşı oldukları anlatmamış.
Hikmeti elde etmenin en sâf ortamının işbu sınıfsız toplum ve adalet temelli devlet anlayışı olduğu anlatılmamış. Atlı toplum olmaktan kaynaklanan boy teşkilâtlanmasının devlet kurmada nasıl bir etken olduğu anlatılmamış. Bu kadim teşkilâtlanma bilgisi ile târih boyunca büyük devletler kuran bu milletin içteki sevgi içtimâileşmesine dayanan o biricik insanlık devletini de yine sınıfsız ve tek Tanrı (Kök Tengri) inancına dayandırdığı TÖRE mucibince kurduğu anlatılmamış.
Göktürkler değil, Köktürkler kimler anlatılmamış.
Kök Tanrı nedir, köken nedir anlatılmamış!
Bu kadim devlet kurma bilgisine sâhip ve dünyada köleliğe karşı tek millet olan Türklüğü her toplumda bulunan medyum tipli şamanların kurduğu üflenmiş kulağına çünkü. Dıştaki Oryantalistler ona kendi târihini ve varlık anlayışını unutturmak isterken içteki Eş’ari mantalite buna destek vermiş. Gözleri bağlanmış Türk neslinin, kulakları mühürlenmiş bu sebepten.
Bizim kavgasını verdiğimiz mes’eleler salt bir ideoloji, Atatürk Cumhuriyet, Kemalizm İslâmcılık davası değil, varlık davasıdır Efendiler!
Şah İsmâil’in şialık yayılımına karşı Yavuz’un tedbir olarak uyguladığı Arap Eş’ari taassubu ne yazık ki Osmanlı’nın mezarını kazan en başat etken olmuştur. Yavuz Sultân Selim Hân’nın tehlikeyi fark edince eş’ariliğe karşı İbnü’l Arabî müdafaası da ne yazık ki bu çürümeyi durdurmaya yetmemiştir.
Söylemek istediğimiz eş’ariliğin kötü bir anlayış olduğu değildir. Kendi coğrafyasında ve sınıflı toplum yapılarında neşet eden bu anlayış kendi milletleri için elzemdir. Ancak Atlı ve sınıfsız bir toplum yapısından neşet etmiş, düşünceyi, felsefeyi, her ân yeniden anlamak ile eşleştirmiş ve bunu da kurduğu devletlerde hem toplum hem de düşünce ve ilim yapısında kurumsallaştırmış bir millet için uygun bir elbise değildir. Bize göre değildir. Çünkü bu esvap devletimizin hareket alanını daraltıp, varlık anlayışını felç ettiği için dünyaya ve kendisine bakışını körleştirip varlığını silecek noktaya getirmiştir.
Türkler devlet ve millet olma sırrını kendi orijinal varlık anlayışına borçludur. Bunun dışındaki esvap ve düşünceler bizi dünyadaki varlık coğrafyasında silikleştirir ve köleleştirir.
Anlatmaya çalıştığımız şeyler bunlar.
Uzun yıllar çatırdayan ve sonunda yıkılan bir imparatorluğu doğuran da yine Osmanlı ve ondan evvelki Türklerin kadİm Türk Devlet anlayışı sırrıdır.
Türkler devletsiz yaşayamaz ve daha biri yıkılmadan diğerinin temeli kurulur. Devlet ve millet olmadaki anlayış hânedanın sürekliliği değil, devlet ve milletin sürekliliğidir. Hânedan da bu devlet ve millet olma terbiyesi ile yetiştiği için kendisinin şahsî varlığında bir kıymet görmez ve bütün mücâdele hamlelerini yeni devleti kurmada yapar.
Osmanlı’nın yıkılmadan evvel altı yüzyıllık bir tecrübeyi de göz önüne alarak tekrar öz ve çekirdek bir Türk devleti kurmak için gösterdiği başarılı imtihan önümüzdedir.
Yeni devlet kurulurken yapılan yanlışları ve eksiklikleri önümüze alıp düşünmek yerine kaç yüzyıllık eş’ari taassubunun elinde lânetli bir varlığa dönüştürüp nesilleri kendi devletine ve kuruluşuna düşman etmek her şeyden evvel hem varlığını yeni devlet için adamış son Osmanlı hânedânına hem de Cumhuriyetin kurulmasında emeği geçmiş sayısız şehit, asker ve devlet adamına nahakşinaslıktır!
Osmanlı’nın fethettiği topraklarda kendi kültürel farklılıklarını rahatça yaşayabildiği toplumların mesut bir hayata kavuşunca ticâret ve san’at başta olmak üzere medeniyetin gelişmesinde nasıl bir zenginlik oluşturduğunu inkâra mecâl yoktur. Mîmâri ve mûsîkîde gayrimüslim tebânın Türk kültürü ile birleşince nasıl bir meyve verdiği eserleri ile ortadadır.
Böyle cihânşimul bir varlık anlayışından, adına çoğulculuk değilen ve üç beş partiye hapsolmuş bir devlettte elbette uygulamalardaki bir takım sıkıntı ve eksikliklerden bahsedelim… Hatta bu eksikliklerin zamanla bünyeyi kanserleştirdiğini de inkâr etmeyelim.
Hiç şüphesiz yeni devlet kadim Türk Devlet Anlayışının temelleri üzerine bina edilmek istenmiştir. Bugün asıl derdimiz Atatürkçülük ve İslâmcılık gibi yüzeyde kalmış sığ kavgalar değil Türk Devletinin kurucu unsurlarına yapılan vurgulardaki temel anlayışlarımızı yeniden güncelleyip analiz etmememizden kaynaklanmaktadır.
Bugün Türklüğü ırkçılık ile damgalayan mahfiller yeni nesillerin nazarından bir çok şeyi kaçırmaktadır.
Türklüğü ırkçılık olarak kodlayan bir nesil, tarihinde birçok kadim devlet kurmuş atalarının atlı ve sınıfsız toplum yapılarındaki örgütlenme ve teşkilatlanmayı, dahası boylara ayrılmış o eşsiz kültür yaratımını fark edemeyecektir.
Türklüğü ırkçılık olarak kodlanan bir nesil, sınıflı toplumların yeryüzündeki zulüm idarelerini doğurduğunu ancak kendi atalarının sınıfsız toplum olma itibarıyla yeryüzünde tek kölesiz âdil devleti temsil ettiğini fark edemeyecektir.
Avrupa’nın sofra düzeninde dahî alt köşe üst köşe, şeref konuğu olarak sınıflandırdığı anlayışı kendi atalarının yuvarlak sofrada nasıl eşitleyip, sınıfsızlaştırdığını, tevhîdi oluşturduğunu anlayamayacaktır.
Ona bütün bu değerleri katanın eş’arilik değil, Türk ontolojisi olduğunu fark edemeyecektir.
Târihte kurulmuş onca cihanşümul Türk devletlerinin temelini oluşturan dîni, felsefî ve hukukî altyapının kadim TÖRE anlayışından neşet ettiğini anlayamayacaktır. Bu TÖRE anlayışının insanlık vâr olalı beri Hak inancı ve nizâmı olduğunu, İslâmiyet geldiğinde de bu kadim Hak inancı ile yeni dîni güncellediğini hiçbir zaman fark edemeyecektir! Kendisine dayatılan ve her toplulukta bugün dahî görülen medyum tiplerin şamanlık adı altında inanç olarak sırtına deli gömleği gibi giydirilmesine karşı çıkamayacaktır. Çünkü yeni nesiller ne yazık ki Milliyetçiliği ve Türklüğü savunacak bilgiden yoksun bırakılmıştır.
Yoksun bırakılmış işte…
Şöyle bir bakın etrafınıza…
Kendimize düşmanız, kurduğumuz devletten verdiğimiz mücadeleden utanıyoruz.
Çünkü yeni devletimizin kuruluşundaki eksiklikleri görmek de yine kendimize ait bilgileri bilmemize bağlı.
Neyi tartışıyoruz?
Şu üzerime gelen koca koca adamların nazarında Malhun bir anda putperest, kemâlist, beyaz Türk’e dönüşüveriyor öyle mi?
Kendimizi bir târihe atfettiğimiz onca semboller acıkınca yediğimiz helvalar cinsinden bu denli köksüz ve bağsız öyle mi?
Birbirimizde gördüğümüz varlık sırrı bu derece desteksiz ve nezâketsiz!
Aşağılayıcı ve yere çalıcı öyle mi?
Malhun, bizi boynumuzdan vuran, bizi yok eden günün siyâsî söylemleri içine hapsedilmiş bu kadim bilgilerimize hiç dokunmasın, karışmasın, lâfını etmesin, köşesinde kitap yazsın, tasavvuftan bahsetsin, herkesin alkışladığı bir sevgi tomurcuğu olsun öyle mi?
Ülkede ne kadar ipini koparmış varsa onlarla birlikte âdalet diye tepinsin, devletine Atatürk düşmanlığı, fikir özgürlüğü bahanesi ile saldıranları hoş görsün öyle mi?
Kim bu adamlar?
Daha düne kadar ülkeyi kan gölüne çevirip, Gâzi Meclisi bombalayanlar ile aynı fikirde yürümüş, savunmuş, kitaplar neşretmiş adamların kendi yakın kara târihleri dururken Cumhuriyet târihine sûret-i haktan görünerek saldırıp durmasını, ağıza alınmayacak namus iftiralarını, köprü altı edebiyâtlarını hoş görelim öyle mi?
Yazık bu ülkenin evlâdına yeter zihnini zehirlediğiniz artık yetişir!
Bugün adaletin kaybolduğu ve zulmün egemen olduğu yeryüzünde eksik olan ne biliyor musun?
İşte bu adalet duygusu!
Çünkü senin ataların Türkler adâleti taşrada aramadılar, kendi içlerinde buldu ve içtimâileştirdiler. Sâdece insana değil eşyâya da iyi davranmayı taşrada değil, içlerinde, gönüllerinde tedrîs edip öğrendiler. Özgürlükçü, eşitlikçi denilen kavramlar taşradan elde edilecek nesneler değildir çünkü anlamadınız. Bugün Eş’ari mantalitenin lanetlediği “vahdet-i vücud” anlayışındaydı adâlet sırrı. Sâdece insanı değil eşyâyı da terbiye ediyordu o sır. İnsana ve işyâya hizmeti ibadetinden ayırmamıştı o anlayış. Varlığı BİR görmüştü. Bu sebepten yaratılanı yaratandan dolayı hoş görüyordu.
Eş’ari mantalitenin lanetlediği vahdet-i vücud anlayışı sebebiyle bu coğrafyada sınıf farkı, adaletsizlik ve zulüm yoktu. Türklüğü ırkçılık olarak kodlayan bir nesil bunu nereden bilecek? Bir takım ezber bilgilerle, hamasetle bunun ayırdına nasıl varacak?
Alın işte Budist vahşetini her gün izliyorsunuz! Yoga meraklıları ve çakra uzmanlarının Budistlerde bulduğu nedir dersiniz?
Hikmet kırıntısı mı?
Kendi içindeki içtimâda elde ettiği hikmetin sınıflı kast sisteminde karşılığı olmamış Budist rahiplerinin sistemleştiremediği bu inancın bugünkü Hindistan’a ve insanlığa kazandırdığı nedir?
Türklüğü ırkçılık olarak kodlayan bir nesil, bunu dünyada sadece kendi atalarının gerçekleştirmeyi başardığını, bunu da atlı, sınıfsız ve adâlete dayalı, içinde de içtimâleşmiş ve incelmiş bir gönül bilgisi(marifet/tasavvuf) ile elde ettiğini nereden bilecek?
Türklüğü ırkçılık olarak kodlanan bir nesil, devlete karun, firavun, nemrut gibi hadsiz yarı tanrılığın değil, TÖRE mucibince kutsiyet atfedildiğini, devletin DİN için kurulduğunu nereden bilecektir?
Türkler şamanist ve putperest öyle mi?!!
Türklerin Müslümanlığı kabul ederken itikat olarak Mâturûdilikde niçin karar kıldığı bugün çokça irdelenmesi gerekli bir konudur.
Türk Müslümanlığındaki KUT ve TÖRE’ye dayalı kadîm anlayışımızı yeniden güncellememiz ve anlamamız gerekmektedir.
Orhan Gâzi Hân’ın Osmanlı’nın kurduğu ilk medreselerde Sadreddin Konevî Hazretleri’nin talebesi olan Dâvud el Kayserî’nin kurucu aklını yeniden keşfedip güncellememiz gerekmektedir.
Bu kurucu akıl ile yeşeren zâviye, hân, külliye, âhilik ve bacılık teşkilâtlanmasını yeniden anlamak ve güncellemek zorundayız!
İran şialığı tehdidi coğrafyamızı tek edeli çok olmuş ancak onunla ülkenin mafsallarına çöken bu vebalı virüs ne yazık ki Osmanlı Devleti son nefesine kadar felç etmeyi başarmıştır.
Tıpkı bugün olduğu gibi, ilericilik, gericilik taassup üzerinden yapılan bu savaş boyut ve isim değiştirerek yeni kurulan Cumhuriyetin mafsallarını kemirmeye devam ediyor.
Yüzlerce ıslahat hamlesine karşı eş’ari terörizmi onlarca gülsima padişahın başını yemiştir. Aynı anlayış bugün dahî Atatürk düşmanlığı ile her fırsatta devleti tehdit etme cüreti göstermektedir!
Devletin mafsallarından çözülemeyen bu belâya karşı selâmeti Batı yanlısı inkilâp ve yenilikte bulan Tanzimat ve Cumhuriyet aydınlarının yaptıkları da en az eş’arilik kadar zarar verdiği inkâr edilemez.
Cumhuriyet aslında bir öze dönüş hamlesi idi. Devlet, kadîm geleneği, bilgisi ve tecrübesi ile bu yeteneğe sahip idi. Ancak uygulamalardaki eksiklikler ne yazık ki yeni devleti çabucak bir anlam ve kavram krizine sokmuştur.
Bugün başımıza gelen budur!
Bugün Türklüğü yeni nesillerin hâfızasında ırkçılık, Atatürk’ü dinsiz, hâlifeliği yıkan bir ucube olarak kodlamak yerine, eksik ve hataları keşfedip bu konularda konuşmak daha gerekli değil midir?
Kurucu akıl olarak o zamanki devir ve şartlarda elde bulunan en iyi malzemenin Ziya Gökalp olduğunu, ancak devletin cihânşimüllüğünü temsil edecek genişlikte bir aklı temsil edemediğini tartışalım. Kendinden evvelki Selçuklu ve daha evvelini…. Eş’ariliğe duyulan yüzlerce yıllık nefretten dolayı İslâm’ı bile yeterince bu kurucu aklın içinde eritemediğini tartışalım.
Halkın bu değerlere yabancı yeni kurucu aklı garipsediğini tartışalım…
Devrimler yapılırken devletin içine çöreklenmiş eş’arilik kadar yakasını bırakmamış masonik çevrelerin halkın inançları üzerinde tepindiğini, pislik çıkardığını tartışalım.
Bütün bu yanlış uygulamaların Osmanlı bakiyesi bir Millet üzerindeki dîni, ahlâkî ve kültürel çatışmaları tartışalım.
Eş’ari vampirizminin bu milletin kökleriyle, Türklük bilinci ve töresi ile, kurucu akılları ile bağını kopardığı gibi, Millî şef zihniyetinin de altı ok ile milletin canına nasıl ot tıkadığını temelde diğeri ile aynı zararı verdiğini tartışalım, konuşalım…
Ancaaaaaak; Atatürk ve Atatürk düşmanlığı üzerinden kurulan devletin omurgasını yok etmeye çalışan bir görünmez iblis var ki; hem laik statüko canavarını hem de eş’ari taassubu vampirizmini besleyen bu bin yıllık sâmirîye, bu kadim İblis’e Cumhuriyetimizin omurgasını kurban vermeyelim!
Sorunlarımız ve sorularımız bunlardır.
Yazımızın başında iç demiştik… taşra demiştik…
Siyasetteki kurna kavgalarının bizi taşradan içimize hapsettiği şu günlerde içe, içimize, içimizdeki o eşsiz bilgiyi hatırlayalım istedim..
Ezel bezminden atıldığı bu varlık âleminde kendini ve kendindeki kendini taşrada arayıp içinde kemâl bulduğu o yolu hatırlayalım istedim…
Dışının bir gölgeler yurdu olduğunu, asıl medeniyet ve şehir bilgisinin göklerden kendisine verildiğini, o hatırlayışla burada bir Hak ve insanlık medeniyeti keşfedip kurduğunu hatırlayalım istedim…
Cern duvarı önünde tepinen iblislerin taşrada bulamayacağı o Tanrı parçacığı bilgisinin sadece içimizde olduğunu.. içimizde bulamadığımız hiçbir şeyi dışımızda da bulamayacağımızı hatırlayalım istedim…
Taşranın bilgisinin aczden kemâle doğru bir bilim, kemâl’in ise tenzih ve teşbihteki o sırlı yolculuk ve diyalektikte olduğunu yeniden hatırlayalım istedim.
İç yurdunu terk eden insanlığın gölgeler yurdunda, gölgelerin gölgeleriyle gölgelendiğini hatırlayalım istedim…
Kendi içinden ayrılan insanın, varlığı ve insanı içinde değil, taşrada görenlerin kendine, dostuna, vatanına vefâsı olmayacağını hatırlayalım istedim.
Birbirimize neden dost olamadığımızı, ihânet ettiğimizi, arkadan vurduğumuzu, dostlarımızı niçin terk ettiğimizi anlayalım istedim…
Sohbeti taşraya taşıyan günümüz tasavvufçularının ikiliğini fehmedelim istedim..
Yahya Kemâl’in “mehâbetli” dediği o “sabâha” belki artık uyanırız diye düşündüm.
Yâni gölgeler yurdundan çıkıp tekrar aslî mekânımıza “gönlümüze” dönelim istedim…
Rollerimizden, imajlarımızdan, karizmalarımızdan bir gün dahî olsa sıyrılalım istedim…
İster Cumhuriyet olalım, ister onu beğenmeyip yeniden bir devlet kuralım, şehirleri yıkıp yeni şehirler yapalım… Ancak ecdâdımız gibi işâret edilen ve işâret olunan değil bizzat kendisi olalım.
Gölgeden çıkalım, varlık yurduna girelim…
Kadirşinaslıkla efendim!