Doç. Dr. Musa Yavuz ALPTEKİN*
Genel Tarım Politikalarının Analizi:
Son yirmi yılda ekilen tarım alanları kabaca Sivas ilimiz kadar küçülmüştür.
Son 20 yılda tarım ihracatımız toplam 83 milyar dolar, ithalatımız ise 114 milyar dolar olmuştur. 31 milyar dolarlık tarım ürünü yurtdışından alınmıştır. Türkiye son 20 yıla kadar tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden biri iken, bu dönemde bu kabiliyetini yitirmiş olduğu ve 20 yılda yurtdışına 31 milyar dolar kaynak aktarmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. Türkiye’deki çiftçiye verilmeyen desteklemenin kat kat fazlasının yurt dışındaki yabancı ülke çiftçilerine aktarıldığı anlaşılmaktadır.
Çiftçilerin bankalara olan borcu 2002 yılında 2.4 milyar Türk Lirası iken; 2020’de 134 milyar Türk Lirasına çıkarak 60 kattan daha fazla artma kabiliyeti göstermiştir. Türkiye’de hiçbir olumlu gösterge 60 kat hatta bunun üçte biri, dörtte biri kadar artmış değilken; mesela tarımın milli gelirdeki payı azalmışken; çiftçinin, köylünün borcunun bu oranlarda artmasını olumlu değerlendirebilmek rasyonel ekonomi politikalarıyla kabili izah değildir. Bu oranlar çiftçinin ne kadar fakirleştiğini ve ne kadar zor durumda olduğunu göstermektedir.
Tam da bu sebepten olacak ki, son yirmi yılda Türkiye’deki çiftçi sayısında dramatik bir düşüş olmuştur. 2003 yılında 67 milyonluk ülke nüfusu içinde 2 milyon 700 bin çiftçi varken; bu rakam 2020 yılının 83 milyonluk ülke nüfusu içinde 2 milyon 110 bine düşmüştür. 16 milyonluk nüfus artışına rağmen çiftçi sayısı 654 bin kişilik bir düşüş yaşamıştır. Yarım milyondan fazla insan tarımı terk etmiştir.
Aynı sorun son yirmi yılda tarımsal istihdam konusunda da kendisini göstermektedir. Son yirmi yılda üç milyona yakın insan tarım sektöründeki işini kaybetmiş ve başka alanlara kaymak zorunda kalmıştır.
Tarım üretimindeki son yirmi yıllık düşüş makro göstergelere de yansımıştır. Yirmi yıl önce tarımın ülke içi gelirdeki oranı yüzde 10’dan yüzde 6’ya düşmüştür. Benzer bir şekilde son yirmi yılda genel büyüme rakamı ortalama yüzde 4.2 iken; tarımdaki büyüme 2.8 ile bu rakamın çok gerisinde kalmıştır. Bu rakamlar tarımın bilinçli bir şekilde ihmal edildiğini ve küçültülmek istendiğini akla getirmektedir.
2006’daki destekleme kanunu değişikliğinden bu güne çiftçiye 376 milyar TL destekleme verilmesi gerekirken, bu rakam 165 milyar TL de kalmıştır. Desteklemenin yarısı çiftçiye verilmemiştir. Bütçede bu kalem nereye kaydırılmıştır, çiftçinin hakkını kim yemiştir, devlet mekanizması elbet bunu araştırıp ortaya koyacaktır. Zira çiftçinin birilerinden 211 milyar TL alacağı bulunmaktadır.
ÇAY
Çay tarımı ve yaş çay satışı Rize ilimizin ana geçim kaynağı, Artvin, Trabzon ve Giresun illerimizin ekonomisinin de önemli bir bölümünü oluşturur. Bölgedeki 210 bin ailenin tek geliri çay tarımı ve yaş çay üretimidir. Çay tarımında toplamda 250 bin kişinin çalıştığı tahmin edilmektedir. Türkiye’nin çay üretiminden toplamda yıllık 5 milyar TL’lik bir kazancı söz konusudur. Dünya çay pazarı ise 18 milyar dolar civarındadır. Bunun anlamı Türkiye’nin iyi bir planlama ile pekâlâ bu pazardan pay alabileceği şeklindedir. Türkiye çayı geleneksel üretim dışındaki yollarla değerlendirmeyi teşvik ederek daha fazla katma değer elde edebilir, etmenin yollarını bulmalıdır. Mesela Japonya’da üretilen çayın yüzde 90’ı meşrubat sanayiinde kullanılmaktadır. Bizde ise bu oran yüzde 10’lara kadar düşmektedir. Bu ve benzer alternatif kullanım ve değerlendirme alanlarının özendirilerek geliştirilmesi, ihracatı artırabilir ve dünya çay piyasasından pay almamızı sağlayabilir. Her şeyden önce, kaçak çayın Türkiye’ye girişine göz yummamak gerekir. Bu konuda yetkililerin gerekli titizliği göstermesi beklenmektedir. Diğer yandan, organik çay üretimi ve kullanımı özendirilmeli, yaygınlaştırılmalı ve geliştirilmelidir.
FINDIK
Türkiye dünya fındık üretiminin kabaca yüzde 68’ini karşılamaktadır. Hiç fındık üretmeyen ülkelerin bizden daha meşhur çikolata markaları, fındık ezmesi, fındık kremi ve benzeri katma değeri daha yüksek ürünleri mevcut iken, bizim bu dönüştürme işlemini yapamayışımız son derece düşündürücüdür.
Fındık üretimi, ihracatı ve ürünlerinin satışı Türkiye’ye yılda 2.5 milyar dolarlık bir gelir sağlamaktadır. 1999 yılında ve 2000’lerin başlarında Fındığın toplam ihracatımız içindeki payı yüzde 2’nin üstünde iken; son yirmi yılda bu pay yarı yarıya azalmış ve fındığın ihracat içindeki payı yüzde 1’lerde kalmıştır.
Fındığın en büyük alıcısı konumunda olan çikolata firmaları on yıllardır Türkiye’nin piyasadaki belirleyiciliğine son vermeye çalışmaktadırlar. Buna istinaden Gürcistan’da, Azerbaycan’da, Amerika’da, Şili’de, Çin’de ve Avustralya gibi ülkelerde fındık ekimini destekleyerek bu ülkelerin fındık üretimini artırmak ve Türkiye’nin pazardaki payını düşürmek istemişlerse de, bugün için bunda başarılı olamamışlardır. Bununla birlikte gelecekte de hep böyle gideceğini iddia edemeyiz. Hiçbir şeyin garantisi yoktur. Bu konuda bizim çok uyanık olmamız gerekiyor. Oysa Türkiye’de çiftçinin fındık ekim alanlarını sınırlandırması için teşvik verildiği olmuştur. Bu politikalar son derece düşündürücüdür.
Fındık ve fındık ürünlerinin dünya piyasalarındaki karşılığı 10 milyar doların üzerinde iken; Türkiye bu üretimin üçte ikisini yapmakta ama hasılattan 4te 1 pay almaktadır. Bu çarpıklık çiftçinin değil, planlama ve yönetim zaafının eseridir. Bir yıl değil, beş yıl değil, 20 yıldır fındığın kaderinin değişmemesi mevcut karar alıcıların Türkiye planında genelde tarımın ve özelde ise fındığın yerinin olmadığının güçlü bir göstergesidir. Eğer aksi bir düşünce söz konusu olsaydı, 20 yılda tarım ve fındık için bir şeylerin değişmesi gerekirdi.
Türkiye fındıkta dünyanın açık ara en büyük üreticisi olduğu halde fiyatı net bir şekilde Türkiye belirleyemiyor. Bu anlamda fndığımızın çoğunu alan Almanya’nın büyük bir ağırlığı söz konusudur. Türkiye fındığını verimli bir şekilde değerlendiremiyor. Üretimini artırsa da, yetersiz ve öngörüsüz politikalardan dolayı elde ettiği gelir azalıyor. Mesela Türkiye 2014-15 sezonunda 217 bin ton iç fındık ihraç ederek 2 milyar 799 bin dolar gelir sağlarken; 2017-18 döneminde 62 bin ton daha fazla iç fındık ihraç etmesine karşın geliri 2014-15 dönemine göre 1 milyar dolar azalmıştır. Bu kayıp çiftçimizin kaybıdır, ülkemizin ve insanımızın kaybıdır. Bu kaybın sebepleri araştırılmalı ve bu kayıp telafi edilmelidir.
Nutella ve Kinder çikolatalarının üreticisi Ferrero 2014 yılında Trabzon merkezli Oltan Gıda’yı satın alarak Türkiye’deki fındık üretiminin üçte birini kontrol etme konumuna yükselmiştir. İlave alımlar ve yatırımlarla bu kapasitesini yüzde 40’a yükseltmiştir. Yerli üretici ve yerli şirketler günden güne piyasadan çekilmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durumu Doğu Karadeniz’in tarım geleceği adına olumlu değerlendirmemiz mümkün değildir. Ferrero fındığın üretim boyutuna, bahçelere kadar inmiştir. Bunu görünürde alımını yaptığı fındığın üretimini sürekli ve kaliteli kılmak üzere yapıyor ama ileride bu gücü ne için kullanacağını hiç birimiz ön göremeyiz. Türkiye tütün ve pamuktan sonra fındıkta da üretimi belirleyen, pazarı domine eden ülke konumundan çıkabileceğini özenle vurgulamak isteriz.
Fındık alımı ve satışında etkili olan ve bir üretici kooperatifi konumundaki FİSKOBİRLİK neden fındık piyasalarından el çektirilmiştir. Fiskobirliklerin zararı neydi ve bu el çektirmelerin çiftçiye ne faydası olmuştur. Çiftçi Fiskobirlikler piyasadan çekildikten sonra daha iyi olmamış hatta daha kötü duruma düşmüştür. Bu durumda FİSKOBİRLİKin tekrar güçlendirilmesi gerektiği hususu üzerinde ciddiyetle durulmalıdır kanaatindeyiz.
Tarım Üretiminin Türkiye’ye uzun vadeli ve Sürdürülebilir katkıları bağlamında diyebilir ki;
Her bilimsel ve teknolojik gelişme, aynı oranda bir toplumsal gelişmeye karşılık gelmeyebilir. Her icat gelişme değildir. Atom bombası bir icat olabilir ama asla bir toplumsal gelişme değildir. Bilimin ve bilimsel bilginin yanlış bir kullanımıdır, istismarı ve tüketimidir. Savaş ile ilgili olarak bir askeri deha ve savaş stratejisti olan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Vatanı savunma dışında savaş bir cinayettir” sözünü hatırlatmak isteriz. Savaş son çaredir ve orada korkuya, kararsızlığa, yılgınlığa yer yoktur. Bununla birlikte savaşa kadar birçok yol vardır. Diplomasi, diyalog, yumuşak güç, kültürel güç, ekonomik ilişkiler bunlardan sadece bir kaçıdır. Dolayısıyla savaş teknolojisi ile gurur duymak sorunlu bir psikolojidir. Öldüren teknoloji yerine, yaşatan teknoloji ve yaşatan üretim önceliğimiz olmalıdır. Tıp alanında, sosyal alanlarda, ekonomik alanlarda ve kültürel alanlarda teknoloji geliştirmek, innovasyon yapmak ve ürün ortaya koymak varken, öldüren teknoloji geliştirmek son derece eleştiriye açıktır. Bir ülkede karar alıcıların vaatleriyle icraatları bir biriyle asgari düzeyde olsun örtüşmelidir. Barış, huzur ve selamet vadediliyorsa önce insana yatırım yapılmalıdır, insanın yaşam kalitesi yükseltilmeli ve insanlar mutlu edilmelidir. İnsanı sıradanlaştırıp, çalışanı köleleştirip, ücretliyi asgari ücrete mahkûm edip, teknolojiyi yücelten bir anlayış çarpık bir anlayıştır. İnsan ile gurur duyulur, makine ile gurur duyulmaz. Makine insana hizmet ettiği, insanı yaşattığı müddetçe güzel, yararlı ve olumludur. Dolayısıyla eğer bir Dolar bir Lira olduysa elbette hep birlikte gurur duyalım. İşsizlik yüzde 10’lardan dünyanın en düşük seviyelerine indiyse coşkuyla gurur duyalım. Asgari ücretlilerin toplam istihdam içerisindeki oranı azaldıysa hep birlikte gurur duyalım. İşçi ölümleri azaldıysa, minimize olduysa ve dünyanın en düşük seviyesine indiyse onurla gurur duyalım. Ortalama gelir çarpıtması değil, ülkemizde medyan gelir yükseldiyse elbette gurur duyalım. İşçi, memur, çiftçinin borcu artmadı azaldıysa, dünyanın en az seviyesine indiyse elbette coşkuyla gurur duyalım. Ücretli ve emeklinin refah düzeyi yükseldiyse, dünyanın en iyi seviyelerine çıktıysa elbette gurur duyalım. Eğer bunlar olduysa hepimiz gurur duyarız, tek bir kişi bunlardan gurur duymaktan imtina etmez. Peki, bunların hangisi oldu. Hangisi gerçekleşti? Gerçekleştiği gün bunlarla gurur duymak her Türkün vazifesidir, coşkuyla gurur duyacaktır.
Sanayiye asla karşı değiliz ama sırf sanayi gelişsin diye tarımın ihmal edilmesi veya tarımsal alanların sanayiye ve yerleşime açılmasına da asla doğru bir yaklaşım gözüyle bakmıyoruz. Şunu unutmayalım, sanayinin kirletmeyeni yoktur. Sanayi her halukarda kirletir, dikkatli davranılmaz, evrensel standartlara uyulmaz ise sanayi pekâlâ öldüredebilir. Oysa tarım her hâlükârda yaşatır. Tarım her hâlükârda temizdir ve doğa ile dost bir üretimdir. Tarım ihtiyaçlar hiyerarşisinde sanayiden öncelikli bir ihtiyacı karşılar. Her şeyden önemlisi tarım barışçıl bir üretimdir. Bu anlamda sanayinin tarımın yerini tutması mümkün değildir. Hele hele silah sanayi ve savaş sanayi tarımın yerini asla tutamaz ve tarımın temizliği, barışçıllığı ve ön önemlisi sürdürülebilirliğinden çok çok uzaktır.
Aydınlar Ocağının Saygıdeğer Yönetici, üye ve dostları;
Sayıları çok az da olsa seçkin stratejistlerin kanaati şu yöndedir. Bugün biraz geç de olsa, zararın neresinden dönülse kardır düşüncesiyle, Türkiye Cumhuriyeti sanayi üretiminden tarım endüstrisine geçiş veya kalifiye bir dönüş yapmalıdır. Türkiye sanayi ve başta turizm olmak üzere hizmetler sektörü ile oyalanacağına profesyonel organik tarım ve hibrit tohum da dâhil olmak üzere, katma değeri yüksek tarım ve tohum tarımı yaptığı zaman hem sanayiden ve turizmden daha fazla kazanabilecek ve hem de tabii güzellikleri tahrip olmaktan kurtulacaktır. Kendi aracıyla Trabzon’dan çıkıp, iki hafta boyunca Türkiye’nin bütün kıyı şeridini Adana’ya kadar gezen ve deniz kenarı yerleşim yerlerini ve kıyı alanlarını bizzat gözlemleyen bir kişi olarak söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyı şeridi bir avuç iç-dış bağlantılı rantiyeci tarafından işgal edilmiştir. Ekonomik olarak, kıyı şeridinin imkânlarından faydalanabilen vatandaş oranı yüzde 1’e kadar düşmektedir. Diğer yandan tabii olarak ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyı şeridi tümüyle tüketilmiş ve kirletilmiştir. El değmedik, girilmedik, bir şekilde yapılaşmaya açılmadık ve kirletilmedik tek bir koy, tek bir kumsal kalmamıştır. Biraz önce bahsini ettiğim bu seçkin stratejistlerin önerisine göre, Türkiye hızla kalifiye bir tarım endüstrisine dönerek, yırtıcı sanayileşmeden ve işgalci turizm’den tedricen çekilmeli ve katma değeri yüksek hibrit tohum, tohum ve tarımsal ürünler üreterek tarım ihracatını artırmalı, başta denizleri ve kıyı şeridi olmak üzere, doğal güzelliklerini de uluslararası turizme değil kendi insanının hizmetine sunmalıdır. Anlaşılan o dur ki, biz uluslararası işbirliğini yanlış anlamış durumdayız. Uluslar arası işbirliği ve küreselleşmenin zaruri gereklerini yerine getirme doğal güzelliklerini bir avuç uluslararası turizm rantiyecisine açmakla değil, ürettiğimiz katma değeri yüksek tarımsal endüstri ürünlerinin ihracatı için dünya çapında bağlantı ve temas kurmakla olur. Küreselleşmeyi kendi milli stratejimiz çerçevesinde yeniden yorumlamalı ve bir eylem planı yapmalıyız.
Sonuç olarak, tarım her hâlükârda temizdir ve her hâlükârda yaşatır. Öldüren teknolojilere değil, enerjimizi yaşatan üretimlere yöneltelim. “Yurtta barış, dünyada barış” iradesi ancak böyle desteklenebilir. Karar alıcıları yaşatan üretimlere yönelmeye çağırıyoruz. Dünyanın en büyük zenginlerinin bile hatta bilgisayar ve program devi Mikrosoftun bile tarıma yöneldiği hatta birçok ülkede olduğu gibi ülkemizin nadide bir bölgesi olan Trakya’da binlerce dönüm arazi kiralayıp tarım yaptığı bir dönemde daha fazla gaflet masum görülemez.
Aydınlar Ocağı, Trabzon Şuba Başkanı ve Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi.