Av. Mustafa ÖZKURT
1-ÖZ: 1 Aralık 2019 tarihinde Çin‘in Hubei bölgesinin başkenti olan Vuhan‘da ortaya çıkan ve kısa bir zamanda bütün dünyayı saran COVID-19virüs salgınından ülkemizde etkilenmiş maddî kayıplar yanında canımızı yakan can kayıplarına da sebep olmuştur. Bütün dünyanda olduğu gibi salgın nedeniyle devletimiz de bir dizi zorunlu tedbirler almak durumunda kalmıştır. Bu tedbirlerden biride toplu yapılabilecek etkinlikler geçici bir süre ertelenmiştir. Bu toplu etkinliklerden olan Aydınlar Ocağı toplantıları da ertelenmeden nasibini aldı. Olağan 25. Genel Kurul toplantısını 09 Ekim 2021 tarihinde İBB Zeytinburnu Sosyal Tesislerinde gerçekleştirdi. Yönetim Kurulu 21 Ekim 2021 Perşembe günü kendi arasında yaptığı görev taksiminde Genel Başkanlığa Prof. Dr. Mustafa ERKAL, Genel Başkan Yardımcılıklarına Hikmet İŞMAN, Prof. Dr. Sevil SARGIN ve Av. Mustafa ÖZKURT, Genel Sekreterliğe Süleyman ULUOCAK, Genel Sekreter Yardımcılığına Av. Hakan YALÇIN, Genel Saymanlığa Ünal ŞENGİR seçildi. Genelde dünyanın gidişatına baktığımızda gelecek on yılda Ülkemiz ve dünyayı hesapta olmayan yeni bir takım sıkıntılar beklemektedir. Özelde ise Aydınlar Ocağı Genel Başkanlığına itidallı kişiliği nedeniyle Prof. Dr. Mustafa ERKAL Beyin yeniden seçilmesinin zaman içinde isabetli olduğunu göreceğiz.
Basın ve yayım organlarında fikir hareketleri veya guruplarına genellikle dışarıdan bakanlar tarafından lehte veya aleyhte tanıtma ve tanımlamalarla daima ön plana çıkarılmak istenmiştir. Nadiren bunların kendilerini nasıl tanımladıklarına yer verilmektedir. Bu bağlamda Türk kültür çatısını temsil eden Aydınlar Ocağı içinde aynı şeyi söylemek mümkündür.
Aydınlar Ocağı dışından bizim duygu ve düşüncelerimizi değil kendi isli pencerelerinden bakarak bizi yorumlamaları için söylenecek şey, kasıt değilse bilgisizliktir. İkisi de yanlıştır. Diğer taraftan feslerinin altında gizledikleri camaura’yı bizim görmeyeceğimizi sananlarında olduğu bir gerçektir. İletişimin baş döndürücü bir hızla geliştiği zamanımızda gerçeklerin değil, algıların yönettiği bir dünyada yaşıyoruz. Pek az insan algı eylemine maruz kalabileceğini sorgular. Kendisine sunulan bilgi ve haber karşısında ona servis edilen bilgiyi kabullenmeden evvel doğruluğunu araştırır. Yaşantımızda başvuru kaynaklarımızdan olması gereken Kur’an’ı Kerimde “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın. (Hucurat 6) “ emriyle bir şekilde edinilen bilginin irdelenmesi istenmektedir. Bu aynı zamanda aydın olmanın da vaz geçilmezidir. Ancak bu algıları zihni tartışamaya açmadan kabullen büyük kitlenin varlığı bir gerçektir. Bunun en güzel örneği; Kim Jong-un liderliğini yaptığı kapalı bir toplum olan Kuzey Kore’de idareciler ve medyanın sürekli yaptığı yönlendirmeleriyle halk, Amerikalıların, Güney Korelilerin ekmek bulamadığını, bu ülkelerin açlık ve yoksullukla boğuştuğunu düşünmektedirler. Böylece kendi fakirliklerine bir şekilde razı edilmektedirler. Kitleleri yönlendirme araç ve gereçlerini ellerinde bulunduran muktedirler, inanmamızı istedikleri şeyi algılar yaratarak toplumun onları kabullenmesini sağlamaktadırlar. Bu da günümüzde algı yaratmanın toplum mühendisliğinin esaslı araçlarından biri haline getirmektedir. Televizyon karşısına geçip yalın haber almak isteyen izleyiciye farklı açılardan çekimler yapılarak, habere yorum katarak sunulması algı yaratmanın en etkin yolu olmuştur. Örneğin bir gösteri ve yürüyüş esnasında yaşanan arbedede güvenlik güçleri tarafından çekim yapıldığında, saldırı yapanların göstericiler, göstericiler tarafından çekim yapıldığında ise saldıran tarafın güvenlik güçleri olduğu algısı yaratılır. Aynı şey yazılı basın veya internet siteleri içinde söylemek elbette doğrudur. Araştırmayan, soğulamayan hazıra konama alışkanlığı edinen günümüzün her şeyi bildiğini sanan insanlar maalesef çoğunluğu teşkil edip, keyfiyetten ziyade kemiyet olmaktadırlar. Günümüzde kendilerine fırsat verilen doğru dürüst Türkçeye hâkim olmayan, ilgiyi kendisine çekmek için el kol hareketiyle vücut dilini öne çıkaran haber sunucularını her kanalda görür olduk. İşin acı tarafı bunlar, yeni yetişen nesle rol model olmaları gereken bunlar maalesef kötü örnek olmaktadırlar.
2- GİRİŞ
Zamanında Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’in 1946 yılında yapılan seçimlerde iktidara gelip başbakan olmasıyla İsmet İnönü devrinden beri süre gelen iki kutuplu bir dünyada Türkiye ABD yanlısı tek taraflı politikalarına 1958 yılına kadar devam aynen etti. Ancak ABD’nin 1957 yılından itibaren Türkiye için (bu gün dahi) ileride tehlikeler doğuracak ve aleyhine olacak Ortadoğu politikasından Devletimiz rahatsızlık duydu. ABD’nin değirmenine su taşıyan Batı’dan da yeterli desteği göremeyen Menderes yönünü Sovyetlere çevirmek istedi.Bu nedenle Adnan Menderes 12 Temmuz 1960 tarihinde Moskova’ya resmi bir ziyaret yapmak için hazırlıklara başladı. Bu durum Soğuk Savaş nedeniyle Türkiye’nin ABD’den kopması demek olacaktı. Bu nedenlerle 1959 yılından itibaren Amerikan basın yayım organlarında ve Türkiye’de etkin olan bazı basında, Demokrat Parti lideri Başbakan Adnan Menderes ve hükümetinin demokrasiden uzaklaşarak otoriter bir rejime yöneldiği hakkında doğru, yanlış haberler çıkmaya başladı. Bu yayımlar aslında 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin bağıra çağıra gelen ayak sesleriydi. Bir gurup asker tarafından darbe yapıldı ve Türkiye ABD’nin eski politik çizgisine hemen geri döndü. 12 Eylül 1980 darbesinde olduğu gibi Amerika’nın “Bizim Çocuklar..!” diyerek sahiplendiği NATO içinde bir kesimin 27 Mayıs ihtilalini gerçekleştirdiği kanaati tartışmalı olsa bile aydınların zihnine kazındı. Öyle ki soğuk savaşın zirveye tırmandığı bu dönemde, demokrasi havarisi olan ABD yönetimi demokrasiden yana tavır koymak yerine darbeyi gerçekleştirenleri ilk tanıyanlardan olması bu kanaatleri kuvvetlendirmektedir. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 Cuma günü gecesi yapılan askeri darbe sonrasında 9 Temmuz 1961 tarihli referandum ile kabul edilen özgürlükçü Anayasa ile birlikte fikri ve örgütsel faaliyetler ülkemizde hız kazandı. Bedava dağıtılan anayasa kitapçıkları üniversitelerde okuyan öğrencilerin ceplerinde yer aldı. Bu özgürlük ortamında ilk etapta öğrenci kuruluşları ile işçi sendikaları arasında sol örgüt yapılanması hızla çoğalmaya başladı. Basın, tiyatro ve sinema gibi kültürel çalışmalarda aktif ideolojik rol alan sol örgütler gelişir ve geliştirilirken 1960 lı yıllarının sonlarına doğru Fransa’da o zamanki iktidara karşı başlayan toplumsal hareketler zamanla farklı bir boyuta geçti. Fransa’da iktidarda bulunan De Gaulle’ün katı tutumu sonucunda bir üniversitede 1968 Mayısında başlayan öğrenci hareketi, lise öğrencileri ve işçilerinde katılımı ve Sovyet yanlılarının da desteğiyle giderek büyüyerek büyük çapta kargaşaya sebep oldu. 1969 yılında De Gaulle iktidardan ayrılmasına rağmen olaylar yer yer devam etmekle kalmamış öğrenci hareketleri moda bir salgın gibi tek merkezden idare ediği izlemini verir gibi Avrupa ülkeleri yanında ülkemize de adeta domino taşı gibi sirayet etmişti. Bu dönemde Türkiye’de de dış destekli bölücü ve yıkıcı bir takım dernek ve fikir kulüpleri mantar gibi ortaya çıktı. 1962 yılına kadar Türkiye’de görülmeyen Karl Marx, Hegel, Adolf Hitler’in Kavgam’ını ve Seyit Kutup ve Mevdudi’nin kitapları tercüme edilerek piyasada ve köşe başlarında sergilerde yerini aldı. Alt yapısını tamamlamamış gençlerin sosyal ve dini içerikli eserleri okumak ve bunları salt gerçek gibi kabullenip tartışmak bilgelik ve çağdaşlık ölçüsü oldu. Türkiye’de başlayan bu faaliyetler kültürel düzende kalmayıp, yerini terör denen yepyeni bir savaş taktiğine dönüşecekti.
Eski çağlardan beri devletlerarasındaki bütün ilişkilerin başında karşılıklı güçler dengesi var ola gelmiştir. Bu rekabet durumu da kaçınılmaz olan sıcak savaşların ortaya çıkasına sebep olmaktaydı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sıcak savaş yerini Soğuk Savaş denen uluslararası siyasi ve askeri gerginlik dönemine bırakmıştır. Bu dönemde uluslararası güç dengesi rekabeti topyekûn savaşın yıkıcı ve büyük ekonomik zararlarını aza indirmek için yerini psikolojik savaş türü olan teröre bırakmıştır.
a)Kuruluş:
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan Nato, Varşova Paktı (Batı ve Sovyetler Birliği devletleri) diye iki kutuplu dünyada terör olgusu bir araç olarak ön plana çıkartıldı.
Aslında bir insanlık suçu olan terör denen bu örtülü savaştan yarar sağlayanlar uluslararası arenada terörün tam bir tanımını yapmamışlar ve ortada bilinçli olarak bir kavram karışıklığı ile hukuki boşluk bırakmışlardır. Bu konuda kavram karışıklığının bir diğer sebebi de mahiyeti ve kullandığı araçların çok çeşitli ve değişkenliği yanında ondan yararlanan devletlerin ortak bir terör tanımına yanaşmamalarından kaynaklanmaktadır. Ortak bir tanım etrafında müştereklik sağlandığında uluslararası hukukta yaptırımlara da sebep olacağından çekinmekteydiler. Bu durum halen varlığını devam ettirmektedir.
Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan 1947/ 1991 tarihleri arsındaki Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği dünyanın değişik birçok ülkesinde ve hatta Afrika’da bile halk demokrasileri kurdurarak onları sosyalist düzene geçirilmesi için yoğun propagandalar yanında siyasal iç karışıklıklar çıkartmaya başladılar. Türkiye’de bundan nasibini aldı. Buna tepki vermede ABD gecikmedi. Halklarının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler Türkiye, İran, Afganistan ve Pakistan’da oluşturdukları Yeşil kuşak projesiyle Sovyetleri ablukaya almaya başladı. Saydığımız bu ülkeler aynı zamanda yer altı kaynaklarına sahip enerji havzaları üzerinde bulunmaktaydı. ABD’nin Yeşil Kuşak ile Komünizmle mücadele derdi sadece uygulama alanına aldıkları ülkelerde korku yaratarak ondan yararlanmaktı. Bu projenin asıl amacı ABD için ekonomik kaygılarıydı. ABD bunları gerçekleştirerek hızla gücüne güç katmaya başladı. Bu bilek güreşinde ABD ve Sovyetler Birliği hedef ülkelerdeki bağlaşıkları olan gazete ve dergi yazarlarından azami ölçüde yararlandılar. Bu nedenlerle 1948 yılında Zonguldak’ta gayri resmi olarak kurulan “Komünizmle Mücadele Derneği” 1950 yılında ABD öncülüğünde Sovyet destekli sol hareketlere ve komünizmin yayılmasına engel olmak için resmen “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kuruldu.Bu derneklerde milli ve özellikle manevi değerlerini ön planda bulundurdukları görülen isimler öncelikle görev aldı. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin ilk üyeleri arasında Türkiye’de ilerleyen zamanlarda siyasi hayatımızda ön plana çıkacak olan Fethi Tevetoğlu, İlhan Darendioğlu, Bekir Berk, Recai Kutan, Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi isimler yer aldı Böyle bir ortamda her iki kutupta kendi çıkarları için terörü bir diğerinin aleyhine kullanmaktan çekinmedi. Devletlerin terörden yararlanma alışkanlığı kutuplar dağılmasına rağmen günümüzde de halen devam ettirilmektedir. Terörü bir araç olarak kullanan devletler için bu vazgeçemedikleri ucuz maliyetli bir savaştır. Bir terör örgütü arkasına bir devlet yardımını almadan ayakta durması mümkün değildir. Terörü kullanan bir devlet, hedef aldığı ülkeyi yıkmak amacıyla hareket etmez. Onun amacı bir takım taleplerini hedef ülkeye yaptırmak veya gelişmesini yavaşlattırmak/durdurmak için onu meşgul etmeyi hedefler.40 yıldan fazla bir zamandır ülkemiz terörle meşgul edilmekte olup, terörün doğrudan maliyeti 1 trilyon 207 milyar doları aşmaktadır. Buya harcanan emek ve para kalkınmamız için harcansaydı ülkemiz daha fazla kalkınmış olacaktı. Terör kavramının tanımında Uluslararasında bir birlik sağlanamamıştır. Terör kavramına açıklık getirilmemesinin sebebi terörü bir araç olarak kullanan devletlerin kendilerini hukuki bir sorumluluk altına almak istememelerinden kaynaklanmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse; ABD’nin Afganistan’da ilk zamanlar Sovyet işgaline karşı desteklediği Talibanı özgürlük savaşçısı olarak kabul ederken, ne zaman Taliban silahlarını onlara karşı çevirince bunları hemen terörist ilan ettiler. Daha açık bir ifadeyle kendi destekledikleri hedef ülkelerdeki terör gurupları demokrasi ve özgürlük savaşçısı, Bu demokrasi ve özgürlük savaşçıları kendi ülkelerinde ise terörist olarak adlandırmaktadırlar.
Terör eylemleri bir insanlık suçudur. İnsan hakları ihlaliyle yakından ilgilidir. Nato ve Varşova Paktı bünyelerinde kurulan kontrgerilla yapılanmaları Soğuk Savaş döneminde birçok ülkenin başını ağrıtırken mal ve can kayıplarına sebep olmuşlardır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de başlatılan sol anarşist eylemlerin tırmanışa geçtiği dönemde Aydınlar Ocağı fikir alanında bir karşı duruş olarak ortaya çıktı. Burada konuyu dağıtmamak için detaylara fazla girmedik. Aydınlar Ocağı daima Türkiye ve Türk Milleti için halde ve gelecekte oluşabilecek meselelere daima dikkat çeken yerli ve milli bir fikir hareketinin merkezi olmuştur.
Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden herhangi birinin uygulanmasıdır. Bunu uygulayanlara da terörist denir. Türkiye’nin içinde bulunduğu böyle bir fikir karmaşasında ilk önce milli ve manevî değerlere sahip iş ve eğitim kurumlarında bulunanlar ile bir kısım gençlerde yıkıcı ve bölücü hareketlere karşı ferdi olarak karşı çıkmaya başladılar. Karşı tarafın örgütlü faaliyetleri onlara avantaj sağladığını gören sağ kesimde bir takım örgütlenmelere gitmeye başladılar. Böyle bir kargaşa ortamında Aydınlar Ocağı kurucuları bir araya gelme ihtiyacını duydular. Türkiye için tehlike yalnız sol kesimden gelmiyordu. Dini kisveye bürünmüş Amerikan destekli enerji havzalarına sızmak isteyen “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde kurulan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” de vardı. Bunun zararlı etkilerini 12 Eylül 1980’e süreçte ve akabinde 15 Temmuz 2016 tarihli kalkışmasında da görecektik. Bir suç çeşidi olan terör siyasal şiddet suçları içinde mütalaa edilebilir olmasına karşılık şiddet ve korku unsurlarını kullanması sonucu toplumda baskı yaratmayı amaçladığından psikolojik savaşın baş aktörü olmaktadır. Terör siyasal amaçlı olmasına rağmen en büyük zararlarını masum halk kitleleri görmektedir. Terörün iki yıkıcı etkisi olmaktadır. Birincisi onu yaşayan kurbanlar, ikincisi de izleyenler üzerinde bıraktığı korku ve yılgınlıktır.
1968 yılı başından itibaren her geçen gün üniversitelerde boykotlar, meydanlarda yürüyüş ve gösterilerin şiddetini arttırdığı bir dönemde milli birlik ve beraberlik düşüncesine sahip gönlünü Türk Milletine bağlamış bir grup aydın tarafından 14 Mayıs 1970 tarihinde kurulan Aydınlar Ocağı kuruldu. Aydınlar Ocağı ilk başlarda bir zaruret neticesi kurulmuş olmasına karşılık zaman içerisinde Türkiye ve Türk Dünyasının meseleleriyle ilgilenmeye başladı. Sayın Dr. Şahin CEYLANLI Beyin Aydınlar Ocağı’nın Kuruluşu Ve Yaptığı Faaliyetleradlı makalesinde “1960 – 1970 yılları arası, Türk Milliyetçilerinin bir araya gelerek hizmet vermeleri dönemine rastlamakta. Bu yılların puslu, pusamıklı ve kargaşalı günlerinde güç ve fikir birliğine büyük ölçüde ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu ihtiyacı karşılayacak güçlü bir kuruluş yoktu. Bu bakımdan, bu boşluğu doldurmak için bir araya gelinerek bir durum değerlendirmesi yapılmış ve bir fikir, kültür ve düşünce kuruluşunun oluşturulması fikri ağırlık kazanmıştır. Yapılan bir takım yeni müzakerelerden sonra bu oluşturulacak kuruluşun Aydınlar Ocağı adını alması ve dernek statüsünde çalışması uygun bulunmuştur. Aydınlar Ocağı, Türk ilim, fikir ve iş hayatının önde gelen çelik yürekli mücadele ve inisiyatif gücü yüksek 56 kişiden oluşan Kurucular Kurulu tarafından İstanbul’da 14 Mayıs 1970 tarihinde resmen çalışmalara başlamıştır.” tespitlerini sıralar. Gerek Sol ve gerekse Sağ yapılanmalar içinde yer almayan, yapılanların Türk Milletinin yararları ile çatıştığını gören bu ülkenin bir gurup aydını yapılanları Millete anlatmak için Aydınlar Ocağı’nı kurma ihtiyacını hissettiler.
b) Amaç:
Ülkemizde 1961 Anayasası ile oluşan özgürlük ortamından yararlanarak “halk demokrasisi ile sosyalist düzene” geçilmesi için sol ideologlar bir sürü dernek ve platformlar kurdular. Sovyetler Birliği lehine ve yanında oluşan bu yapılara kaşı ABD yanlısı Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. Ancak kuruluş yapısı nedeniyle dini söylemleri öne çıkarıp, Komünist rejimin ahlaksızlık olduğuna dair yazıp çizmeleri toplumda fazla bir yer bulmadı. Aksine dayandığı Nur Cemaati ekonomik ve siyasal yönden güçlendirildi. Sol örgütlere gelince onlarda geniş faaliyet alanı buldu. Cemaat komünizm ile mücadele etmesi gerekirken, taban elde etmek için milliyetçi görüşte olan kesimle de mücadeleye başladılar. Sol kesim ABD’ye karşı idi. Milliyetçi kesim ise hem ABD’ye ve hem de Sovyetlere yani her türlü emperyalizme karşıydılar. İşin bir başka cephesi ise Milliyetçiler “Ümmete hürmet” ederken, siyasi söylem ve emperyalizmin uzantısı gördükleri Ümmetçiliğe de karşıydılar. Aydınlar Ocağı gerek sağ ve gerekse soldan gelebilecek tehlikeleri gören ayağı, bedeni ve beyni bu ülkede olan aydınlar tarafından kuruldu. Kısaca anlatılan bu kargaşa ortamında kuruldu. Solcular kendilerini Yurtsever ilan ederken Milliyetçiler ise kendilerini Vatansever olarak nitelendirdiler. Her iki kavram arasında nitelik ve anlam farklılıkları vardı. Yurt konup göçülen yer olmasına karşılık, vatan ise konulup göçülmeyen, sahiplenilen yerdi. Aydınlar Ocağı bu güne kadar hiçbir zaman iç siyasetin malzemesi olmadığı gibi iç ve dış kurum ve kuruluşlardan maddi bir destekte almadı. Almayı da düşünmedi. Yeşil Kuşak Projesinin değirmenine su da taşımadı. Bu gün yardım alanın yarın yardım edenin emirde alacağı şuurunu daima taşıdı. Tüzüğünde açıkça ifade edildiği gibi “milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle, Türk Milliyetçiliği fikrini yaymak, milli bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek milli varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirmek” ilkelerine bağlı kaldı. Aydınlar Ocağı mensupları maddî yönden kendi yağında kavrulan maddî yönden orta halli okuyan, araştıran ve sorgulayan aydınlardan oluşmaktadır. Diğer taftan bu Aydınlar Ocağı maddi ve ikbal peşinde koşanların beklentilerine cevap vermediği için bu tür insanların ilgi ve alaka göstermediği bir kuruluş olmuştur. Diğer taraftan siyaset ve bürokrasi erbaplarının ülke meselelerinde fikirlerine sıklıkla görüşlerine müracaat ettikleri bir kuruluş olmuştur. Anayasa değişikliği için kendisinden istenen Anayasa taslağı için çalışmalar yaparak TBMM Başkanlığına sunmuştur. Bünyesinde Tarih, Coğrafya, Teoloji, Sosyoloji, Ekonomi, Hukuk, Orman ve Tabiat vesaire konularında uzman üyelere sahiptir.
C- Türk-İslam Sentezi
Yazının öz kısmında basın ve yayım organlarında fikir hareketleri veya guruplarına dışarıdan bakanlar onları lehte veya aleyhte tanıtma ve tanımlama yolunu tercih etmişlerdir. Aydınlar Ocağının fikri bir çalışması olan Türk-İslam Sentezi başlığı hakkında da, dışarıdaki adamlar pekte iyi niyetli olmayan haksız yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Solun karşı duruşu gayet tabi karşılarken, fes altında camaura’sını gizleyenleri elbette tabi kaşılamamaktayız. 16/19 Aralık 2018 de kardeş Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapılan 2. Avrasya Hukuk Kurultayı’na davetli olarak katıldım. Azerbaycan Cumhuriyeti Millî Meclisi’nde milletvekili olan bir zatla beni Vugar KADİROV arkadaşım tanıştırdı. Beni tanıştırırken Türkiye’deki Aydınlar Ocağı Yönetiminde olduğu söyleyince bana dönerek “Aydınlar Ocağını bilirem. Sentezci, Amerikancıdır.” Demesi üzerine aramızda kısa bir gerginlik oldu. Yaşıtım olan bu vekil Sovyetler Birliği döneminde Moskova’da felsefe okumuş olduğunu öğrenince “bu kanaatte olmanızın kayağı doğru yerden değil ve eksik bilgiye sahip olduğunu söyledim.” Demokrasinin kurum ve kurallarının tam olarak yerleşmediği, demokrasi kültürüyle yeni tanıştıkları nedenleriyle daha açık konuşma yapmayı maslahata uygun bulmadım. Bu zatın yanından izin almadan ayrıldım.
Türkiye’ye döndüğümde bu konuyu irdeleyen bir makale yazmayı tasarladım. Türk-İslam Sentezi ’ne burada yer vermemin başlıca sebebi kısa kesmek zorunda kaldığım bu tartışma oldu. Aydınlar Ocağına gerek Sol ve gerekse siyasal ümmetçiler tarafından yapılan iftiraya burada yer vermek ihtiyacını duydum. Günümüzde Aydınlar Ocağı’nın kuruluşunda emeği geçen en yetkin kişi, Genel Başkan Sayın Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL beydir. 06.03.2021 tarihli “Türk-İslam Sentezi ve Garip Yakıştırmalar” Başlıklı makalesini bir belge niteliğinde görüldüğünden bu konuda ona genişçe yer vereceğim.
1960 sonrası Türkiye’sinde Sovyet destekli aşırı sol ideoloji faaliyet gösterirken, diğer taraftan da Sağ kesimde ise ABD destekli Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde faaliyetler kendisini gösterdi. 1928 yılında Hasan el-Benna tarafından Mısır’da dini referans alan ve siyasi amaçlarla kurulan Müslüman Kardeşler Hareketi’nin de ortaya çıktığı görüldü. Müslüman Kardeşler Hareketi’nin aksiyoner fikir adamlarından Seyit Kutup’un ve Mevdudi’nin eserleri de Türkiye’de raflarda hızla yerini aldı. Ümmetçiler’ in ateist aşırı sol fikirle mücadele etmeleri gerekirken hedeflerine “Tanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslümanız” diyen ve taban olarak gördükleri Türk Milliyetçilerini koydular. Milliyetçilerle yaptıkları her tartışmada onlara sanki biri diğerinin zıddı veya alternatifiymiş gibi “Türk müsün?, Müslüman? mısın” sorularıyla saldırmaya başladılar. Bunlar başka ırka mensup olanlara ve Araplara “Arap mısın?, Müslüman mısın? ” diye hiç sormadılar. Türk Milliyetçilerinin iki vazgeçilmezi vardır. Biri din diğeri de milliyet. Bu bir kuşun uçabilmesi için iki kanada ihtiyacı olduğu gibiydi. Ümmetçiler Türk Milliyetçilerinin dine olan zaafından yararlanma yolunu kullandılar. Bu durum günümüzde de halen devam etmektedir. Allah’ın kullarına hitap ettiği Kur’an’ı Kerimin “ Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır. Hucurat 13” ayetini siyaseten dikkate almadılar. Türk toplumu için din günah ve sevaptan önce camide de olsa, meyhanede de olsa dokunulmazdır. Türk Milliyetçilerinin karşılarında hem aşırı sol ve hem de bu aşırı sağ kesim yer aldı. Türk Milliyetçileri “Ümmeti” asla inkâr etmedikleri gibi, Ümmetçiliğe de karşıydılar. Çünkü Ümmet İlahi kaynaklı, Ümmetçilik ise beşeri ve özellikle siyasi, emperyalist kaynaklıydı. Türk Milleti olarak varlığımızı devam ettirip kimliğimizi korumak ancak milli kültürümüze sahip çıkmakla mümkündür. Millet olabilmenin vazgeçilmesi milli kültüre sahip çıkmakla mümkündür. Din adına Arap veya başka yabancı kültür ve geleneğini benimsemek asimile olmanın vazgeçilmezidir. Piri Türkistan Hace Ahmet Yesevî ve onun takipçileri Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Ahi Evren gibi Türk İslam önderleri Türk Milletinin varlığının devamı için gayret gösterdiler.
Türk Milleti İslamiyet’i kabulüyle birlikte daima ümmete sahip çıkarak onun için kanını dökmekten geri durmamışlardır. 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde parçalanmakta olan Osmanlı İmparatorluğunu bu akıbetten kurtarmak için II. Abdülhamid tarafından uygulamaya konulmak istenen ittihad-ı İslam ideolojisi Arap coğrafyasında bulunan Müslümanlar üzerinde olumlu bir sonuç doğurmadı. Müslüman Araplar İngilizlerin yanında saf tuttular. İşin başında Türk aydınları ümmetçiliğin, ümmeti bir arada tutamayacağını tartışmışlardı. Haklı da çıktılar. Millet mefhumu toplumda daima ağır basmıştı.
Siyasal İslamcı Müslüman Kardeşler taban elde etmek için milliyet mefhumunu daima hedef aldılar. Bu nedenle Seyyid Kutup “Milliyetçilik tarihi zamanı geçmiş bir bayraktır… Dünya, düşünce ve doktrine dayanan ideolojik komplekslere doğru ilerlemektedir. İslami hareket bu global eğilimin bir parçasıdır. Kabile kimliğine, ırk veya toprağa dayanan asabiyye gerici, cahili bir kimlik tarzıdır.” Diyerek Milliyetçilikle “ırkçılığı” bir tutmuştur. Bu tanımının bilimsel bir değeri yoktur. Siyasi amaçlı bir yönlendirmedir. Müslüman Kardeşler vatan millet mefhumuna böyle bakmaktadır.
Bir toplumda din birlik ve beraberliğinin sağlanmasında önemli etken olmasına karşılık tek başına yeterli olmadığı sosyolojik bir gerçektir. Dini, dili ve kültürü aynı olan devletlerin birbirinin boğazını cenbiye ile kestiklerini hala görmekteyiz.
Müslümanlığı Türk toplumuna sevdiren Hoca Ahmet Yesevi’ye sormuşlar, Müslüman mısın ? Sorusuna verdiği cevap dikkat çekicidir. O bu soruya – Elhamdülillah Türk’üm Müslümanım, demiştir. Neden Türklüğü buna katıyorsun biz dinini soruyoruz dediklerinde ise; “Din seçim, Türklük ise Kaderdir” diye cevap vermiştir. İnsanları zor kullanarak bir dine inandıramazsınız. Ancak onlar inanmış görünebilir. Türkler Hz. Muhammed (a.s) gelmeden en az bin yıl evvel Allah nezdinde kabul gören İslam dinini kabul etmişlerdir. Gök Türk Yazıtları 8 ‘ ici Yüz yılbaşlarında taşa yazılmasından binlerce sene evvelki inanç bilgilerini taşımaktadır.
Her topluluğa en az bir peygamber gönderen Allah, Türklere de tartışmalı olsa bile Zülkarney’i niçin göndermemiş olsun. Allah Kur’an’ı Kerimde “Biz her millete bir peygamber gönderdik. ”(Nahl, 16/36). Diye bize bildiriyor. Ancak Arap asıllı bilginler Zülkarneyn’i Türk dışında göstermeye rivayetlerle çaba sarf etmişlerdir. Öyle ki Arap ırkçısı Taberi “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” adlı eserinde Luti olan Makedonyalı İskender’i Zülkarney olarak göstermesi buna bir örnektir.
İslamiyet bir kavim dini değildir. O bütün insanlığa hitap eden evrensel bir dindir. Hz. Muhammed’in (as) Arabistan’da doğuş olması bu gerçeği değiştirmez. Oğuz Han’a atfedilen bir duada “Ey zamana hükmeden, zamansız Tengri” ifadesi Allah inancının İslami temellerindendir. Türkler Gök Tanrı dedikleri Allah inancına sahiptiler. “Gök Tanrı” ifadesiyle Tanrı’ya bir mekân atfetmeyip, O’nu “çok yüce, yükseklerde ” olduğunu belirtmek için kullanmaktaydılar. Türkler hiçbir zaman bir puta tapmadılar. Bu güne kadar yapılan arkeolojik kazılarda ilâh yerine koydukları bir yapı Araplarda olduğu gibi elde edilmemiştir.
Türk atalarımız tek olan İlâh’a, cennet, cehennem, sorgu ve sual ile ahirete inanıyorlardı. Cennete “Uçmak” cehenneme “Tamu” ahiret gününe de “Uluğ Gün” diyorlardı (A.Vehbi ECER). O nedenle kolayca Müslümanlığı benimsediler. Müslümanlığı Mehmet Muradi’nin yorumu ve Hoca Ahmet YESEVİ’nin irşatlarıyla benimsediler. Tanrı kavramıyla “zamansız ve zamana hükmeden” Allah’ı ifade ediyorlardı. Türkler hiçbir zaman İslam’a karşı direnmediler. Onlar Arap ırkçısı zalim Emevi ve Abbasi saltanatının zulmüne karşı direnç gösterdiler. Türkler zorla Müslüman oldu diyenlerin bu konudaki görüşleri belli bir siyasetin sonucudur. Türkler Müslümanlığı zorla kabul etmiş olsalardı, Kılıçaslanları, Alparslanları ve diğerlerini çıkartmazdı. Müslüman Türkler fetihlere girişerek İslam’ın dünyaya yayılmasına sebep oldular. İslamiyet bir güneş ise Türkler onun ziyası oldu. Buna rağmen Türkler, Müslüman..! Arap ırkçılarının gözünde hep “Mevali” kaldılar. Ümmetçilerinde Türk’e olan bakış açıları bunun bir yansıması olup, hep Türk Milliyetçilerine cephe aldılar. Tarihteki bazı şeyhülislamlar ve günümüzde bazı din adamı pozisyonunda olanlarda da bunu açıkça görmekteyiz. Müslüman Türk’e olan bu düşmanlıkları onları daha iyi Müslüman yapmadığı gibi, bu ayrımcılık yoluyla ümmeti bölmeden başka bir işe yaramadığı görülmektedir. Oysa İslam siyaset üstü birlik ve beraberlik (Tevhid) dinidir. İslam’ı bir Arap dini gibi görmek isteyen bir kesim devlet başkalığı idari tarzı olan halifeliğin geçerli olabilmesi için halifenin Arap olması gerektiğini savunmuşlardır. Osmanlıya karşı yaptıkları her kalkışmalarda bunu kullanmışlardır. Bir ideoloji olarak Osmanlılar zamanında ortaya çıkan ümmetçilik ile milliyetçilik daima tartışılmıştır. Müslüman Türk Milliyetçilerinin Ümmetçiliğe karşı duruşlarının sebebi Arap kültür emperyalizmine direnmesidir. Ancak Türk Milliyetçilerinin ümmetçiliğe haklı sebeplerle karşı olmasını siyasi söylemlerinde onları dine karşı olduklarını propaganda malzemesi yapmışlardır. Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin etkisiyle Osmanlıya isyan eden Araplarda açıkça gözükmektedir. Hatta bu işi öyle ileri götürmüşledir ki kendileriyle aynı kıbleye yönelen ve başını secdeye koyan Milliyetçileri, kendileri “Din Sahibi olan Allah” yerine kimin cennete, kimin cehenneme gideceğine karar verir olmuşlardır. Bu puslu ve dumanlı havada Türk Milliyetçileri Türklükle İslamiyet’in biri birine karşı olmadığı gibi bir savunmaya zorlanmıştır. Din istismarının sermayesiz bir ticaret haline getirildiği günümüzde de bu devam etmektedir.
Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Mustafa ERKAL Türk İslam Sentezi’nin ortaya çıkışı hakkında şu bilgileri vermektedir. “Bizim Türk-İslam ülküsü, Türk-İslam kültürü olarak ifade etmeyi daha uygun bulduğumuz kavramın ortaya çıkışı Adana’da yapılan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) kongresidir. Bu kongrede kültürümüzün iki temel unsuru esas alınmış, gereksiz tartışmalar önlenmiş, temel kültür özelliğimiz Türklüğe ve Türk üslubu içinde İslam’ı yaşamaya bağlanmıştır.” Tespitini yapmaktadır. Yine Türk ve İslam kavramlarının birbirine rakip olmayıp biri diğerinin tamamlayıcısı görüşü kongreye hâkim olmuştur.” Demektedir. Mustafa ERKAL’ın bizzat yaşadığı ve tarihi bir tespiti de özetle şudur; “Türk kültürüne büyük hizmetleri dokunan rahmet ve minnetle andığımız Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ‘Türk Milli Kültürü’ kitabının özeti niteliğinde hazırladığı kitaba “Türk Medeniyet Tarihi Üzerine” ismini koymaya hazırlanırken 1984 yılının Ağustos’unda Allah’ın rahmetine kavuşur. İşte bu kitaba sonradan, yönetimce yeterince görüşülmeden Türk-İslam Sentezi ismi konur. “
Mustafa ERKAL Türk Milleti ve Devleti için tehlikenin ne olduğuna şöyle dikkat çeker “Türk milliyetçileri 19 ve 20. Yüzyıllarda önlerine çıkarılan iki tehlike ile mücadele etme zorunda bırakılmışlardır. Bunlardan birisi çok değişik ülke ve kanallardan beslenen komünist hareketlerdir. Diğeri ise; Müslümanı Müslümana yabancılaştırma ve ötekileştirme amacı güden siyasal İslam’la mücadeledir. Siyasal İslam Müslüman kardeşler grubunca savunulan ve Seyyit Kutub’un fikir babası olduğu bir akımdır. Milliyetçiliği ve vatan fikrini reddeden, milliyetçiliği ırkçılıkla bir gören bu düşünür, milliyetçiliği ideoloji kapsamında görmüştür. Oysa milliyetçilik milletten millete ve milli devletten milli devlete değişebilen, bir donmuş teori ve ideoloji değil; milli menfaatlere göre var olma mücadelesi olarak sürdürülen bir pratiğin adıdır. Türk milliyetçileri İslam ümmetine mensubiyete değil; siyasal İslam adı altında bayraksız, vatansız, milli kimliksiz, milli sınırları dışlayan, devletsiz bir ütopyaya karşıdırlar. “ Netice olarak; Hedef alınan ülkeleri yalnız sıcak eylem terörle gelişmesi engellenmez. Bunun yanında soğuk terörle de engellenir. İkinci Dünya Savaşından kendilerine ders çıkaran ülkeler 1- Savaşların önlenmesi. 2- Sosyal Hakların gelişmesi. 3- Verimliğin arttırılması. 4- Teknolojik gelişmeler 5- Toplumun refahı gibi konularda çalışmalara ağırlık verdiler. Türkiye’de yukarıda sayılan temel konularda emek harcanması yerine solcular devrimin nasıl gerçekleştirileceği, sağcılarda İslam davası konularında fikirler yürütüp çabaladılar. Diğer ülkeler kalkınıp, toplumları refaha kavuşurken ülkemiz gibi hedef ülkeler yerinde sayıp durdu. Moda tabirle dış güçler burada başarılı oldular. Bu konuda tartışmaların insan ve toplum yaşantısına olumlu katkı sağlamadığı sadece onları meşgul ettiği ortadadır.
d) Faaliyetler ve Şuralar
d) Faaliyetler ve Şuralar
Aydınlar Ocakları faaliyetlerini arasında panel ve konferansların yanında Türkiye ve Türk Dünyasının güncel ve gelecekte karşılaşılabilecek meseleleriyle ilgili olarak oluşturulan danışma kurulu olan şûra toplantıları oldukça önem göstermektedir. Covit19 salgın dönemi hariç bütün Aydınlar Ocakların iştirakiyle her altı ayda bir Aydınlar Ocakların birinde şûra toplantıları gerçekleştirilmektedir. Şûra toplantılarının gerçekleştirildiği il veya ilçede Vali, Kaymakam gibi mülki amirler bu toplantılara davet edilmektedir. Ayrıca bu davet yerin belediye başkanları, siyasi parti yöneticileri, eğitim kurumlarında bulunan hocalar ile üniversite öğrencilerine de yapılmaktadır. Böylece her toplantı geniş katılımlı olmaktadır. Yapılan bu toplantılar sonunda “Şûra Kararı” adı altında alınan karar ve tavsiyeler basın ve yayım organları vasıtasıyla kamuoyu ile paylaşılmaktadır. Bunun yanında siyasi parti genel merkezlerine de bu sonuç bildirileri ulaştırılmaktadır. Şûralarda alınan kararlar birer tavsiye mahiyetinde olmaktadır. Bununla ülke meseleleri hakkında belirlenen konularda kamuoyunu aydınlatmak amacıyla Aydınların düşüncelerinin kamuoyu ile paylaşımıdır. Şûralarda birlik ve beraberliğimizi sağlamak için iç siyasi mütalaalardan daima uzak durulmaktadır. Aydınlar Ocaklarında ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan bu devletin bekasına inanmış her partiden üyeler vardır. Her şûralarda alınan sonuç kararları Aydınlar Ocağının internet sitesinde ve basın yayın organlarında yayımlanmaktadır. Şûra sonuç bildirgeleri incelendiğinde Türkiye ve Türk Dünyası için elzem olan kanaatler özellikle nasibi olan ve siyasetle ilgilenen her kesime bir yol gösterici olmaktadır. Gelecek için endişe duyulan ülke meselelerinde yapılan tespitlerin zaman içinde ne kadar doğru olduğu bu incelemelerde görülecektir. Aydınlar Ocakları bir kanarya sevenler derneği olmadığı için bütün üyeleri ülke meselelerine gönül vermiş, yükseköğrenim yapmış, okuyan, yazan, sorgulayan ilim ve irfan sahiplerinden oluşmaktadır.
Aydınlar Ocakları’nın şûraları hakkında söylediklerimizin yerindeliğine bir örnek olarak Covit19 nedeniyle ara verilmeden evvel 25-27 Ekim 2019 tarihleri arasında Amasya Aydınlar Ocağı’nın ev sahipliğinde Amasya’da yapılan son Şûra Sonuç Bildirisini burada aynen paylaşmak isterim. Ekim 2019 da burada yapılan tespitlerin bu gün için de doğru ve yerinde olduğu görülecektir.
***
AYDINLAR OCAKLARI 49. BÜYÜK ŞURASI SONUÇ BİLDİRGESİ
49. Büyük Şuramız, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk Milleti’nin bağımsızlığını tehlikede görerek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıp Milli Mücadele’nin meşalesini yaktığı, Kurtuluş’tan Kuruluş’a giden kutlu yolun kilometre taşları olan Amasya Tamimi’ni yayınladığı, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yaptığı tarihin 100. Yıldönümünde gerçekleştirilmiştir. Türk Milliyetçiliği düşüncesini benimseyen ve Türkiye’nin meselelerini bu açıdan değerlendiren Aydınlar Ocakları olarak, son Şuralarımızı özellikle Kurtuluş’tan Kuruluş’a giden ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile noktalanan bu kutlu yolun üzerindeki Ankara, Samsun, Sivas ve Amasya’da gerçekleştirdik.
Amasya, kuruluş ve kurtuluşun en önemli kilometre taşlarından birisidir. Osmanlıya ev sahipliği yapan Amasya, Milli Mücadeleye başlangıç rolünü üstlenerek milli devletimize de kucak açmıştır. Amasya Tamimi ile Türk Milletinin mukadderatının yine bütünüyle Türk Milleti tarafından çizileceği gerçeği ortaya konmuş; Erzurum ve Sivas Kongreleriyle Milli Mücadele fikri ateşlenmiş, Türk Milletinin esir edilemeyeceği kararı perçinlenmiştir. Emperyal güçlerin merhametine sığınarak bir ülke kurtarılamaz ve sürekli kılınamaz. Amasya Tamimi dün olduğu gibi bugün de bize ışık tutmaktadır. Bugün de sözde dost ve müttefik tuzaklarına karşı Türk’ün Milli Mücadele meşalesini canlı tutanlardan birisi de Amasya Tamimidir.
Bu vesileyle Milli Mücadelenin muzaffer komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah arkadaşlarını, Anadolu’nun birçok yöresinde Milli Mücadele’ye kanıyla, canıyla, malıyla katılan mücahitleri, Türkiye coğrafyasını darül-harp yerine darül-islâm yapan şehitlerimizi ve gazilerimizi, son olarak “Barış Pınarı Harekâtı” sırasında şehit düşen Mehmetçiklerimizi ve sivil vatandaşlarımızı rahmet, minnet ve saygı ile anıyoruz. Dün Osmanlı ile uğraşanlar, bugün de Cumhuriyet Türkiye’sini hedef almışlardır. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Rahmetli Ebulfeyz Elçibey’in de belirttiği gibi “Sen Türk olduğunu unutsan da düşman hiç unutmaz”. Milli Mücadele ve onun tacı olan Cumhuriyet ile coğrafyamız tekrar vatanlaştırılmıştır. Bugün de değişik yerlerde uygulanan açık ve sinsi kuşatma hareketlerini kıracağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır.
49. Büyük Şuramız, bekamız için Suriye ve Irak’ta harekâtlar yaptığımız, içerde ve dışarda güvenliğimizi tehdit eden terör örgütleri ve sözde dostlarımızla amansız bir mücadele sürdürdüğümüz, Ege ve Akdeniz’de gasp edilmek istenen haklarımızı savunduğumuz, ekonomik sıkıntılarımızın yanı sıra dışarıdan düşmanca ekonomik tehditlere maruz kaldığımız bir ortamda gerçekleştirilmiştir.
49. Büyük Şuramızda ele alınan başlıca konular ile bunlarla ilgili çözüm önerileri aşağıda belirtilmiştir:
“BARIŞ PINARI HAREKÂTI” VE SURİYE SORUNU
Aydınlar Ocakları olarak; Türk Silahlı Kuvvetlerinin haklı ve yasal “Barış Pınarı Harekâtı”nı kutladık ve destekledik. Sözde ümmet kardeşimiz dediğimiz İslam ülkeleri, maalesef Hristiyan Batı ülkeleri ile birlikte “Barış Pınarı Harekâtı”na karşı çıkmışlar ve kınamışlardır. Dün Osmanlıya karşı ne yaptılarsa, bugün de Türkiye Cumhuriyeti’ne aynı vefasızlık ve ihaneti yapmaktadırlar. Aslında Ortadoğu bir ihanet coğrafyasıdır. Türkiye’nin bir Kürt veya Hristiyan sorunu yoktur, ama bazı Kürtleri kullananların Türkiye’yle sorunları vardır. Bu gelişmeler dolayısıyla Arap ülkeleri ve bilhassa Filistin ile ilişkiler tekrar ele alınmalı ve bugüne kadar yapılan yanlışlardan dönülmelidir. Terörden yana tavır alarak bu harekâta karşı çıkanları da kınıyor ve ayıplıyoruz. Bu konuda özellikle Hun Türklerinin ve Atilla’nın torunları oldukları bilinciyle Türkiye’nin “Barış Pınarı Harekâtı”nı uluslararası platformlarda destekleyen Macaristan’ın kardeşçe davranışını takdirle karşılıyoruz. Bu konuda, kardeş Azerbaycan ve Pakistan’ın desteklerine de şükranlarımızı sunuyoruz.
ABD ve diğer Batılı müttefiklerinin hedefi, Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de de kukla bir Kürt devletçiği kurdurarak İsrail’in güvenliğini teminat altına almaktır. Türkiye’nin “Barış Pınarı Harekâtı” ile hedefi, sadece “güvenlik bölgesi” oluşturmak değil, ABD’nin desteklediği PKK terör örgütünün Suriye’de ordu ve devlet kurma projesini tamamen yok etmektir. Bu tehirli harekât şeref ve haysiyetimizle oynayan terör sevici sözde NATO’daki müttefiklerimize karşı da yapılmıştır. Hedef, Türkiye’nin sadece sınır güvenliği değil, milli varlığı ve bütünlüğüdür.
22 Ekim’de Putin ve Erdoğan arasında Rusya’da varılan Soçi Mutabakatı ile “Barış Pınarı Harekâtı” kısmen hedefine ulaşmıştır. Bu harekât ile terör koridoru oyunu büyük ölçüde bozulmuştur. Bu sonucun alınmasında kahraman Türk ordusunun kararlı tutumunun büyük payı vardır. Mutabakat’ın 5. Maddesine göre, “Rus askeri polisi ve Suriye sınır muhafızları, Barış Pınarı Harekât alanının dışında kalan Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafına, YPG unsurları ve silahlarının Türkiye-Suriye sınırından itibaren 30 km’nin dışına çıkarılmasını temin etmek üzere girecektir.” Bu Mutabakat’la Rusya, Suriye’de en etkili aktör durumuna gelmiştir. Ayrıca Fırat’ın doğusundaki Türkiye-Suriye sınırının Kuzey Irak Kürt Bölgesi ile sınır olan PKK/YPG kontrolündeki Kamışlı ve Aynel Arap (Kobani)’nin Mutabakat dışında tutulması, ileride güvenliğimiz açısından oldukça sakıncalıdır. Güvenli bölge, sınırdan 30 km aşağıda terör örgütünü koruyan tampon bölge haline dönüştürülmemelidir.
ABD’nin Ortadoğu’daki bundan sonraki asıl hedefi İran değil; Türkiye’dir. Rusya’nın da Ortadoğu’daki hedefleri ABD’den pek farklı değildir. Bölgede birçok devletin milli menfaatleri çatışmaktadır. Türkiye’nin amacı, geçici bir tedbir olarak güvenlik bölgesinin tesisi kadar, onun güneyinde ABD’nin PKK/YPG terör örgütüne bir devlet kurdurma çabalarını yok etmek olmalıdır. Suriye’nin toprak bütünlüğü korunmalı, iyi ilişkiler geliştirilerek Suriye Türklerinin sosyokültürel ve ekonomik hakları desteklenmelidir. Suriye’de huzur ve güvenliğin sağlanması için Türkiye aktif rol üstlenmelidir. Ülkemizdeki kayıt dışı olanlarla birlikte 5 milyonun üzerindeki Suriyelilerin kendi vatanlarına dönmeleri hızlandırılmalıdır. Soçi Mutabakatı’nın 8. Maddesinde “Mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacaktır” denilmektedir. Bu maddedeki “mülteci” ifadesi, Türkiye’deki Suriyelilerin hukuki statüsüne uygun değildir. Ülkelerindeki iç savaştan kaçarak gelen ve Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin hukuki statüsü, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 91. maddesine göre, “geçici koruma” veya “Geçici koruma sağlanacak yabancılar” dır. Eğer “mülteci” veya “sığınmacı” sayılırlarsa uluslararası hukuka göre Türkiye’nin ilave sorumlulukları üstlenmesi gerekir.
Aydınlar Ocakları olarak, Diyarbakır ve diğer bazı illerimizde çocukları PKK tarafından zorla kaçırılıp terör örgütüne malzeme yapılan annelerin feryadına katılıyor ve Diyarbakır Annelerinin protesto hareketini destekliyoruz.
MİLLİ DAVAMIZ KIBRIS VE KKTC
Kıbrıs’ta Türk varlığını ve KKTC’yi korumak ve kollamak bizim milli davamızdır. Milli davalar dikkate alınmadan, küresel güçlerden medet umularak milli menfaatler korunamaz. Kıbrıs davasının iyi niyetle ve taviz verilerek çözülemeyeceği artık anlaşılmıştır. Rahmetli Rauf Denktaş’ı Kıbrıs sorunun önündeki engel olarak görenler, bugün Denktaş’ın çizgisine gelmişlerdir. Artık Kıbrıs’ta Türk varlığını reddedenlerle federal yapı artık tartışılmamalıdır. Türkiye’nin “Barış Pınarı ve Kıbrıs Barış Harekâtı’na karşı çıkan, Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden Mustafa Akıncı, KKTC’ye ve merhum Rauf Denktaş’ın makamına yakışmamaktadır. Derhal istifa etmelidir. Kıbrıs adasındaki zenginlikleri paylaşmayan, ortaklığı reddeden ve Türkleri güdülecek bir azınlık olarak görenlerle hiçbir sorun çözülemez. KKTC’nin kazanımlarından ve Türkiye’nin garantörlüğünden asla vazgeçilmemelidir.
TÜRK DÜNYASI’NDA ANLAYIŞ BİRLİĞİ
Türk Dünyasında Anlayış Birliğini kurmak zorundayız. Bunun için öncelikle Türk Cumhuriyetleri ve Türk Dünyası akraba toplulukları ile ilişkilerimizi arttırmalıyız. “Türklük Mensubiyeti Şuurunu” yerleştirmeliyiz. Bugün Türk Milletinin 7 bağımsız devletinin bireyleri, Türk milletinin mensubu oldukları bilincini korumalıdır. Türk Dünyası’nda kullanılan dillerin, Türk dilinin yaşayan birer lehçesi olduğu şuurunu benimsetmeliyiz. Bu lehçeler için Türkiye Türkçesi, Kazakistan Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi vb. adlar kullanmalıyız. Bütün Türk Dünyası’nın birbiriyle anlaşabilmesi için, ortak komisyon tarafından hazırlanan 34 harfli Ortak Türk Alfabesine geçilmelidir.
Rusya Federasyonu bünyesinde ki, Müslüman olmayan Türk topluluklarının din adamları Moskova’da yetiştirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu konuda insiyatif alarak müdahil olmalıdır.
Türk Dünyası’nın en sancılı bölgesi, Çin egemenliği altındaki Doğu Türkistan’dır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Doğu Türkistan’da yaşayan Türklere yönelik baskı, zülüm ve soykırım uygulamalarına Uluslararası Hukuk gereğince bir an önce son verilmesi için Türkiye Cumhuriyeti ve diğer Türk Devletleri gerekli girişimlerde bulunmalıdır.
TÜRKÇENİN KULLANIMI
Türkiye’de 26 Haziran 2017 tarihinde levhalarda %25 yabancı kelime kullanabilme serbestliği verilmiştir. Bu, iki dilli olmaya yönelik bir tavizdir. Bu tavizler, Anayasamızın “Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçedir” maddesine aykırıdır ve egemenlik haklarımızla ilgilidir. Son yıllarda bazı Belediyelerimiz, milli bir hassasiyetle tabelalardaki yabancı dille yazılan firma isimlerini kaldırtmaktadırlar. Bu konuda büyük duyarlılık gösteren Amasya Belediye Başkanımız Sayın Mehmet Sarı’yı tebrik ediyoruz.
Son yıllarda Türkiye Türkçesinde iyelik ekinin atılarak kullanıldığını görüyoruz. Bunun sonucunda oluşan tamlama şekilleri, Türkçe isim ve sıfat tamlaması yapısını büyük ölçüde tahrip etmiştir. Mesela “İstanbul Kanalı” olarak kullanılması gerekirken, Türk dilinin tamlama kurallarına uymayan “Kanal İstanbul” ifadesi son derece yanlıştır. Bilgisayar yazılımları Türkçeye uygun olan F klavye ile olmalıdır. Türkçe alfabede her harfin bir adı vardır. Harflerimizin adlarını İngilizce gibi okumak yerli ve milli olmaktan uzaklaşmak demektir. (IBM’yi ay bi em, NTV’yi en ti vi vb. gibi)
EKONOMİK DURUM
Türkiye büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya bulunmaktadır. Ayrıca ekonomimizi perişan etme tehditleri ve gayretleri, dış borç tuzağı, döviz kuruyla oynamalar, üretimi değil tüketimi arttırma, özelleştirme, ithalatı körükleme politikaları da bu krizi giderek artırmaktadır. Suriye krizinde ABD’nin ekonomi üzerinden bizi tehdit ettiği unutulmamalıdır. Askeri başarı sağlamak için, güçlü ve istikrarlı, kırılgan olmayan bir ekonomiye ihtiyaç vardır. Bunun için tüketime değil, üretime dayalı bir ekonomiye geçmek zorundayız.
Türkiye’nin en çok dış ticaret açığı verdiği Çin ve Rusya’ya karşı birçok mal ve hizmette kotalar konulmalıdır. Ülke yararına ve yatırıma dönük bir bankalar yasası düzenlenmeli, bankalar sigorta acentesi gibi çalışmaktan kurtarılmalıdır. Tasarruf mevduatına verilen faiz ile kredi faizleri arasındaki uçurum giderilmelidir. Merkez Bankası bağımsızlığını korumalı, kamu bankaları siyasi amaçlara alet edilmemelidir.
İşçi, memur, emekli kesimi korunmalı, gelir dağılımını düzeltecek tedbirler alınmalıdır. İşsizliğin çok boyutlu -şiddet eylemleri, boşanma, intihar, aile içi sorunlar, ahlaki değerlerin çöküşü, geleceğe olan ümitsizlik ve uyuşturucuya sapmalar gibi- sorunlar yarattığı fark edilmelidir. Yatırımlar teşvik edilerek yeni istihdam imkânları yaratılmalıdır. Kamuda israf, yolsuzluk, akraba ve partili kayırma hastalıkları son bulmalı, tasarrufa gidilmelidir. Yerli ve milli harp sanayinin geliştirilmesi yönündeki güzel örnekler sürdürülmelidir. Mevcut fonlar yerinde kullanılmalıdır.
Bugün bitme noktasına gelen tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması ve ülkemizin ihtiyacını karşılar duruma gelmesi için çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan vatandaşlarımız devletçe her türlü destek ve teşvikle güçlendirilmelidir.
DEMOKRASİ VE HUKUK ANLAYIŞI
Hukuk, siyasi kararlara kurban edilmemelidir. Hukukun üstünlüğü, bağımsızlığı ve tarafsızlığı alanlarındaki zafiyetler giderilmelidir. Kuvvetler ayrılığı prensibi tekrar ele alınmalı, parti başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığının aynı kişide birleşmesi uygulamasından vazgeçilmelidir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin gözden geçirilmesine ve yeni bazı düzenlemelere gidilmesine büyük ihtiyaç vardır. TBMM’nin etkinliği yeniden sağlanmalıdır. Dünya’daki demokratik standartlara uymak, düşünce hürriyetini korumak esas olmalıdır. Denetim ve kontrol mekanizmalarını sağlayıcı kurumlar tekrar etkin hale getirilmelidir. Liyakat daima sadakatin önünde gitmelidir.
TÜRK AİLESİNİN KORUNMASI
Türk toplumunun temel dinamiği olan aile yapımız giderek bozulmaktadır. Bunun sonucunda boşanmalar, kadına ve çocuğa karşı taciz ve şiddet olayları, kadın cinayetleri giderek artmıştır. Bu arada dijital ve teknoloji bağımlılığı, hem çocuklarımız, hem de gençlerimiz için büyük bir tehdittir. Bazı internet oyunları çocuklarımızı intihara kadar sürüklemektedir. Bunun için başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olmak üzere bütün ilgili kamu kurumları gereken tedbirleri ivedilikle almalıdır. Uyuşturucu ve madde bağımlılığı ortaokul çağına kadar inmiştir. Bu konuda milli politika belirlenmeli ve özel ihtisas hastaneleri kurulmalı ve yaygınlaştırılması sağlanmalıdır.
SAĞLIK VE ÇEVRE POLİTİKASI
Gıda terörü ve kanserojen maddelere karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Yerli ilaç ve aşı sanayimiz desteklenmeli, yabancıların eline geçmesi önlenmeli, ilaç ve aşı konusunda dışa bağımlılığa son verilmelidir. Temiz çevre, doğal beslenme ve sağlıklı hayat ortamının oluşması için gerekli yasal düzenlemeler ve iyileştirmeler yapılmalıdır. Başta ekmek ve su olmak üzere temel ihtiyaç maddelerinin israf edilmemesi konusunda halkımız bilinçlendirilmelidir.
Cam, plastik, kâğıt ve metallerin geri dönüşüm yoluyla tekrar kullanılması ciddi bir ekonomik katma değer sağlayacağı gibi, çevre kirliğini de önleyeceğinden, farkındalığı artırıcı önlemler çoğaltılmalıdır. Boş hazine arazileri ağaçlandırılarak orman alanımız genişletilmelidir.
Fatsa ve Kazdağları gibi yerlerde, su ve hava başta olmak üzere çevre korunmalı, çevreyi tahrip eden yabancı şirketlere yeni imtiyazlar verilmemeli, yapılan sözleşmeler de yeniden gözden geçirilerek çevre tahribatı önlenmelidir.
MİLLİ EĞİTİMİN DURUMU
Milli eğitimde sık sık yapılan sistem ve müfredat değişiklikleri, ders kitaplarında milli edebiyat temsilcilerinin parçalarının çıkarılması, milli bayram ve günlerin anlam ve önemine uygun kutlanmaması, okullarda sık sık idareci ve öğretmen kadrolarının rotasyonla değiştirilmesi, ihtiyaç duyulan okul türleri yerine, bazı okul türlerinin ihtiyaçtan fazla açılması, okullarda personel yetersizliğinden doğan sağlık ve hijyen sorunları dolayısıyla eğitimimiz bugün bir açmazın içindedir. Bu sorunlar, hem eğitimdeki akademik başarıyı olumsuz etkilemekte ve hem de eğitimin millilik vasfını büyük ölçüde zedelemektedir. Yapılması gereken eğitimi siyaset üstü milli bir faaliyet olarak görüp, eğitimde başarılı ülkelerin yaptığı gibi, bilim ve teknoloji ağırlıklı eğitime önem vermektir.
Öğretmenlik ve askerlik meslekleri birer ihtisas mesleğidir. Bu sebeple kapatılan Öğretmen Liseleri ve Askeri Liseler en kısa zamanda eğitim-öğretime açılmalıdır.
Okul öncesi eğitim, eğitimin en önemli basamağıdır. Bu eğitim basamağında okullaşma oranının arttırılması için gereken önlemler alınmalı, denetim dışı, merdiven altı eğitim faaliyetlerine izin verilmemeli, bağımsız Ana Okulları açılmalıdır. Bu eğitim, ehliyetsiz kişilerce değil, alan uzmanlarınca verilmelidir. Özellikle 3-4-5 yaşlarındaki çocuklarımıza gelişim düzeylerine göre somut kavramlarla eğitim verilmesi gerekirken, soyut kavramlarla eğitim verildiği görülmektedir. Bu konuda gerekli tedbirler alınmalıdır.
Sonuç olarak, Türkiye, 100 yıl önce olduğu gibi, bugünde bir tuzaklar yumağı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bölücü ve ırkçı PKK terörü, FETÖ örgütü, ordumuzu hedef alan Ergenekon ve Balyoz davaları,askeri vesayetin kaldırılması iddiaları, terör soslu açılım ve barış tezgâhları, terörle mücadele yerine müzakere zorlamaları, Suriyeli mültecilerin kalıcı kılınması çabaları, Ege’de 18 adamızın işgali, Ege ve Akdeniz’de yasal arama alanlarımızda petrol ve doğalgaz arama çalışmalarımıza yönelen saldırılar, Kıbrıs’ta KKTC’yi yok etme gayretleri, Pontusçuluk ve Yunan istihbarat oyunları, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı, milli kimliksiz yeni Anayasa dayatmaları,Türksüz Anadolu çabaları, İslam’ı bozma gayretleri, bazılarına devlet ve Türk düşmanlığı yaptırma, psikolojik harekatın bir gereği olan malum sözde akademisyen bildirileri, dış güçlerin Türkiye’nin varlığına karşı kurdukları uluslararası tuzağın parçalarıdır.
Bu tehdit ve tehlikeleri bertaraf etmemiz, ancak milli birlik ve beraberliğimizi sağlamamızla mümkündür. Aydınlar Ocakları olarak düşüncemiz, Türkiye, Türk Milletine mensubiyet duyan herkesin vatanıdır. Türk milletinin bir daha beka sorunu yaşamaması için, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü hep birlikte korumamız gerekir. 21-22 Haziran 1919’da vatanı düşman istilasından kurtarmak için yola çıkanların yayınladığı Amasya Tamimi’nde ifade edildiği gibi, bugün de ifade ediyoruz ki, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Aydınlar Ocağı Genel Merkezi, Adana Aydınlar Ocağı, Amasya Aydınlar Ocağı, Anadolu Aydınlar Ocağı, Ankara Aydınlar Ocağı, Antalya Aydınlar Ocağı, Avrupa Aydınlar Ocağı, Balıkesir Aydınlar Ocağı, Bursa Aydınlar Ocağı, Çanakkale Aydınlar Ocağı, Çorum Aydınlar Ocağı, Giresun 19 Eylül Aydınlar Ocağı, Harput Aydınlar Ocağı, Iğdır Aydınlar Ocağı, Isparta Aydınlar Ocağı, İnegöl Aydınlar Ocağı, Kocaeli Aydınlar Ocağı, Malatya Aydınlar Ocağı, Manisa Aydınlar Ocağı, Ordu Aydınlar Ocağı, Sakarya Aydınlar Ocağı, Samsun Aydınlar Ocağı, Sinop Aydınlar Ocağı, Sivas Aydınlar Ocağı, Tekirdağ Aydınlar Ocağı, Trabzon Aydınlar Ocağı, Azerbaycan Aydınlar Ocağı, Kosova Aydınlar Ocağı.
***
Bir örnek olarak verilen “Aydınlar Ocakları 49. Büyük Şurası Sonuç Bildirgesi” tetkik edildiğinde 2019 yılında önemi vurgulanan hususların geldiğimiz bu 2021’in sonuna doğru ne kadar isabetli tespitler olduğu açıktır.
Akılını kullanan insana akıllı insan denir. Başkasının aklından da yararlanan insana “çok akıllı” denir. Özellikle burada siyasetçilerden beklentimiz ikincileri olmalarıdır.
Aydınlar Ocakları Aydınlar Ocakları Sakarya’da 14–16 Kasım 2008 tarihleri arasında gerçekleştirdiği 31. Büyük Şûrası’nda ülke meseleleriyle ilgili 16. Maddelik dikkat çekici tespitler yapmıştı. 2008 yılındaki tespitler şunlardı;
- Ülkemizin ekonomik durumu, küresel krizin de etkisiyle ciddi bir tehlike altındadır. Dış ticaret ve cari açık, ekonomide yapısal bozukluklar meydana getirmekte büyümeyi ve refahı önlemektedir. Özelleştirme ile Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde biriktirdiği kaynakları yok pahasına satılmaktadır. Özelleştirme yabancılaştırmaya dönüşmüştür. İthalat artışı tehlike sınırlarına ulaşmıştır. Özellikle ara mal girdi ithalatı ekonomide katma değer yaratılmasını azaltmıştır. Üretime dayanmayan ticarete dayalı ekonomik büyüme, işsizliği olumsuz yönde etkilemiş, işsizlik daha da artarak tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Dünyadaki finansal krizin Türkiye’de reel sektöre sıçramasını önleyen tedbirler alınmalıdır. Kamu ve özel sektör borçları yapısal kırılma meydana getirmekte, bunlardan özel sektörün dış borçları ekonomide dengeleri yabancılar lehine değiştirecek durumdadır. Bu konuda vakit geçirmeden gerekli tedbirler alınmalı, krize karşı KOBİ’ler özel olarak desteklenmelidir.
- Türkiye, yıllardır izlenen yanlış politikalarla dışarıdan müdahaleye açık bir ülke konumuna düşürülmüştür. Yargı alanındaki dış müdahalelere karşı hukuk devleti korunmalı, yargının siyasallaşması önlenmeli, hâkim ve savcı teminatı sağlanmalıdır. Yapılacak olan anayasa değişiklikleri, ülke gerçekleri ve menfaatleri doğrultusunda ele alınmalı, anayasamızın başlangıç hükümleri tartışma konusu dahi yapılmamalıdır.
- Uluslararası oyun kurucuların taşeronu olarak faaliyet gösteren PKK ve onun uzantıları ile mücadele edilirken, Irak’ın kuzeyindeki yapılanma doğrudan hedef alınmalıdır. Bu konulardaki Türk Silahlı Kuvvetlerinin kararlı mücadelesi desteklenmeli, yasaları açıkça çiğneyen ve terör örgütü ile birlikte çalışan başta Büyükşehir veya diğer belediye başkanları görevden alınmalı ve bir an önce yargı karşısına çıkarılmalıdır.
- Ermenistan’la olan ilişkilerde uluslararası hukukun öngördüğü şartlar sağlanmadan tek taraflı tavize dayanan her türlü girişim kabul edilemez. Tarihi yalanlar üzerine inşa edilen Ermeni soykırım yalanı ortadan kalkmadıkça, Karabağ işgali sonlandırılmadıkça sınır kapısısın açılması dâhil Ermeniler lehine olabilecek hiçbir iyileştirme yapılmamalıdır.
- KKTC’nin varlığını yok edecek Rum egemenliğine dayalı çözüm önerileri kabul edilemez AB hayali uğruna bu konuda taviz verilemez.
- Iraktaki Türkmenlerin asli unsur olarak ülkedeki gelişmelere katılmadan bölgede yapılacak olan kalıcı düzenlemelerin kabul edilmeyeceği bilinmelidir.
- Milli Eğitimde millilik esasında taviz verilmeden milli değerlerimizle evrensel değerler arasında köprü kurulmalıdır. Yabancı dil öğretimi ile yabancı dille eğitim ve öğretim birbirine karıştırılmamalıdır.
- TRT milli vasfını ve ciddiyetini korumalı, çok dillilik ve kültürlülük tezgâhına alet olmamalıdır.
- Dünyada benzer örneği bulunmayan “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” isimsiz ve sıfatsız bir tanımdır. Türklüğü bir alt kimlik olarak gören bu anlayış, bölücü ırkçı terörden daha tehlikelidir.
- Osmanlı milli tarihimizin önemli bir parçasıdır. Son günlerde milli devleti ve üniter yapıyı ortadan kaldırmak isteyenlerce sıkça dillendirilen “Yeni Osmanlıcılık” kulağa hoş gelse bile, küresel güçler adına varılmak istenen asıl hedef açısından bu sıfatın kullanılır olması kuşku ile karşılanmalıdır. Cumhuriyetimizi numaralandırmaya çalışanlar da bu doğrultuda değerlendirilmelidir.
- Kendi kendine yeter ülke konumunda olan ülkemiz tarımı, son yıllarda İMF ve Dünya Bankasının dayatmaları neticesinde her çeşit tarım ürününü ithal eder duruma gelmiştir. Tarıma sadece üretilen ürün maliyeti olarak bakılmamalı, diğer ülkelerde olduğu gibi her kademede teşvik ve sübvansiyon yapılmalıdır. Tarımla geçinemeyen insanların büyük kentlere göçü ve bu göçün oluşturacağı güvenlik başta olmak üzere diğer sorunlar hesap edilmelidir.
- Küresel krizin ortaya çıkışı iktisadi milliyetçiğin son derece önemli olduğu gerçeğini bir kez daha teyit etmiş, yangından mal kaçırırcasına yapılan özelleştirme ve yabancılaştırmanın yanlışlığını göstermiştir.
- Milli kültürümüzün önemli bir unsuru olan Türk Sanat, Türk Halk Müziğimize ve folklorumuza gereken önem verilmeli, her kademe eğitim ve öğretim süresince müfredata konularak desteklenmeli. Ankara’da Türk Müziği Devlet Konservatuarı açılmalıdır.
- İslamiyet, en son ve en mükemmel dindir. İslamiyet’in diğer dinlerin icazet ve tanıklığına ihtiyacı yoktur. Bu yoldaki teşebbüsleri kınıyoruz.
- Türkiye, Türk dünyasındaki topluluklarla olan ilişkilerimizde aracı dil olarak Rusça ve İngilizce yerine Türkiye Türkçesi kullanılmalıdır. Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarında ülkemizce yapılacak eğitim yatırımlarında Türkiye Türkçesi ile eğitim ve öğretime ağırlık verilmelidir. Ayrıca kültür merkezleri ve dil kursları açılarak dil ve kültür birliği sağlanmalıdır.
- Sonuç olarak demokrasi, Türkiye için önemli bir vazgeçilmezdir. Türkiye’nin meseleleri milli devlet ve demokrasi içinde çözülmeli, bunları demokrasi içinde çözülemez hale sokmaktan kaçınılmalıdır.
Kamuoyu ve siyasi partilerle paylaşılan bu hususlar, 49 ve 31.inci şûralar arasında 11 geçtiği halde ülkemde değişen bir şeyin olmadığını ne acıdır ki görmekteyiz. Aydınlar Ocakları Türkiye’nin ve Türk Dünyasının meselelerine daima parmak basmakta kalmayıp aynı zamanda çözüm yollarını önermektedir. Bu ve benzeri tespit ve önerileri daha evvelki şûralarda da yapıldı. Temennimiz ülke kaderinde söz sahibi olanların bu tespit ve önerilerden yararlanmalarıdır. Dün tespit edilen hususlardan bir kaçına bakacak olursak;
- Terörle mücadele askeri, ekonomik ve kültürel tedbirler birlikte yürütülmesi gerektirir. Türkiye’deki terörün bir Kürt meselesinden değil dış kaynaklı sebeplere bağlı tahriklerden beslenmektedir. Terörün durdurulması ortak milli kültür ve tarihe sahip bütün insanlarımızın meselesidir.
- Demokratikleşmenin yanlış ve maksatlı yorumlanması terörü besleyen yeni bir unsur olabilir. Türkiye demokratikleşme konusunda milletlerarası normları dışlayamaz. Ancak bu konuda Batının baskıları Türkiye gerçekleri ve menfaatlerine aykırı yönde olmaktadır.
- Dış politikada Türkiye’nin menfaatlerini gözeten mütekabiliyet esasına dayalı, şahsiyetli bir politika izlenmelidir.
- Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmeden Gümrük birliğine girmek için imzalanan anlaşma ikinci sınıf ülke şartlarını kabul etmemiz demektir. Karar mekanizmalarında söz hakkı olmayan bir şekilde Gümrük birliğine girilmesi ile Türkiye’nin hükümranlık haklarının bir kısmı Avrupa Birliği organlarına devredilmektedir. Gümrük Birliği bu haliyle Kıbrıs ve Türk Cumhuriyetleri politikamıza ters düşmektedir.
- Kitle haberleşme araçlarından bazılarının ahlaki ve sosyal yapıyı bozucu yayınlarına karşı kamuoyu baskısı ve ilgili devlet kuruluşlarının görevlerini yapması sağlanması.
- Gençliğin beden ve ruh sağlığının korunması için devletimiz anayasada ifade edilen görevlerini yerine getirmelidir. Alkol, uyuşturucu ve diğer kötü alışkanlıklara karşı devlet ve millet olarak topluca bir mücadele yapılması zaruridir.
- Milli kültürümüzün ana unsurlarından biri olan Türk Dili’nin uydurma ve yabancı kelimelerin istilâsına karşı korunması elzemdir. İşyeri, marka, özel ve ticari isimlerde ve günlük konuşmalarda batı dillerinin kelimelerinin kullanılmasındaki artış endişe verici boyuttadır. Bu sebeple Türk Dünyası ile ortak bağlarımız kopmakta, Türkçe’nin ilim dili haline gelmesi mümkün olmamaktadır. Bu konuda milli hassasiyetin sağlanması ve devletin gerekli tedbirleri almasıyla olumlu gelişmeler sağlanabilir.
- Türk Dünyası ile ilgili ekonomik sosyal ve kültürel ilişkiler geliştirilmelidir. İslam kisvesi altında Müslümanlar arasında nifak ve ayrılığa sebep olabilecek her türlü hareketten kaçınılmalıdır. Türkiye’nin birlik ve bütünlüğe en çok muhtaç olduğu bir dönemde halkımızın laik-anti laik, Kürt, Türk, Alevi-Sünni, Sağ-Sol ayrımlarına sürüklenmesi tehlikeli gelişmelere yol açabilir.
- Laiklik adına din ve vicdan hürriyeti ile inandığını ifade ve yaşama hürriyetine karşı yapılan hareketler millet devlet kaynaşmasını engellemektedir.
Aydınlar Ocağı’nın dün yerinde tespit ettiği meselelerimiz halen devam etmektedir.
SONUÇ:
Aydınlar Ocağı kurulduğu 14 Mayıs 1970 tarihinde itibaren Türkiye’de siyasi ve fikri yapının milli ve manevi değerlere uygun oluşmasında etkin rol oynamıştır. Bu etkinin sebebi Aydınlar Ocağı’nın hiçbir zaman iç siyasetin figüranı olmaması ve daima siyaset üstü olma ilkeyi benimsemesinden kaynaklanmıştır. Aydınlar Ocağı Türk devlet ve Milletinin yararlarını gözetip, toplumsal olaylarla ilgili olarak sorumluluk sahibi olmuş bir sivil toplum kuruluşu olma özelliğini hep muhafaza etmiştir. Aydınlar Ocağı Türk Milletinin menfaatlerini hassas biçimde korumuş, milli birlik ve beraberlik ile huzur ve barışın sağlanmasında siyaset dışında kalırken, siyaset kurumuna, ülke meseleleri hakkında yaptığı konferans ve şûralarla çözüm önerilerde bulunmakla yetinmiştir. Aydınlar Ocağı ülkemizin ve Türk Dünyasının içinde bulunduğu ve gelecekteki meseleleri hakkında öngörülerde bulunmaya devam etmektedir. Bu tutumu nedeniyle Aydınlar Ocağı Türk ve Türkiye düşmanları ile aşırı sağ ve sol kesimin hedef tahtası olmuştur. Aydınlar Ocağı Tüzüğünün 2.maddesinde ifadesini bulan “Milli kültür ve şuurunu geliştirmek suretiyle Türk Milliyetçiliği fikrini yaymak, milli bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek milli varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirmektir ” şuuru ile hareket etmiştir. Bu ortak milli ve manevi değerlerin korunup geliştirilmesi milli, istiklal, ülkenin milleti ve toprağı ile bölünmez bütünlüğü insan hak ve hürriyetlerine dayalı demokratik cumhuriyet idaresi konularında ülkemizde bütünleşme ve milli mutabakatın sağlanmasına daima gayret etmiştir. Türk-İslam Sentezi başlığı altında içeriği doğru olsa bile, başlığı kavram kargaşasına yol açtığından onun yerine Türk-İslam kültürü kavramı genel kabul görmektedir. Aydınlar Ocağı Tüzüğündeki amaçlarından taviz vermeden yoluna devam etmektedir. 15.11.2021 İstanbul
Av. Mustafa ÖZKURT Aydınlar Ocağı Genel Merkez Bşk. Yardımcısı